Elvis benim babam, Marilyn benim annem, İsa benim en mi en yakın arkadaşım.

Lana Del Rey 2

Lana Del Rey kırık bir kadın. Bu açık. Müziği devamlı acımaktan, boktan ilişkilere yapışıp kalmaktan, kafası karışıklıktan, asla sönmeden yanmaktan ve daha da kötüsü artık bunların hiçbirini umursamamaktan bahsediyor. Garip bir hayatı olmuş. Lisedeyken alkol bağımlılığı yüzünden kendini yatılı okulda bulmuş, üniversitede metafizik okumuş ve hayatının belli bir dönemini evsiz ve sonrasında basit bir karavan parkında geçirmiş. Buraya kadar pek garip bir durum yok aslında. Genç yaşta bağımlılık, yoksul bir geçmiş, kötü yaşam koşulları… sekiz rock yıldızının yedisinde görürsünüz bunları. Bana garip gelen, bu yazıları yazdıran şey Del Rey’in bütün bunlara karşı olan tutumu. Sadece umursamamak değil, Lana Del Rey bunların içerisinde olmayı seviyor gibi sanki.

Şu dakikaya kadar hayatı iki tip yaşayan insan gördüm. Birincisi, mutsuz olmamak için elinden gelen her çabayı göstererek yaşamaya çalışan ve eninde sonunda kendini mutlu etmenin bir yolunu bulan, diğeri de bu şekilde hiçbir çaba göstermeyen, hayatın kendini en aşağıya emmesine karşı koymayan o insan. Zaman içerisinde ikisi de oldum ve zaman içerisinde hayatın iki tarafını da gördüm. Ve henüz görebileceklerimin yüzde birini dahi gördüğümü düşünmüyorum. Ama bir kadın bana dinlediğim şarkı aracılığıyla kendi ruhunun katran karası olduğunu söylüyorsa ben onun mutsuz olmamaya çalışmayan biri olduğunu görebiliyorum.

Lana Del Rey yaşadığı bütün boktan şeyleri yaşamayı seven insanlardan biri. House seyrettiniz mi bilmiyorum, niye burada bir tıp dizisine referans verdiğimi düşünüyorsanız seyretmemişsiniz demektir. House’un bir mücadelesi vardı. Bütün dizi boyunca bacağındaki acıdan yakındı, etrafında insanların olmayışından, sefaletinden. Ama bütün bunlardan kaçınma şansı geldiğinde o şanstan kaçınırken buldu kendini. Çünkü o sefaletinin onu bu kadar iyi bir doktor yaptığını düşünüyordu. Lana Del Rey’in kırık bir hayatın bir kişiyi iyi bir müzisyen yapacağını düşünmesi gibi.

Lana Del Rey 3

EP’si Paradise‘ın Gods & Monsters diye bir şarkısı var. Şöyle bir kıta var şarkıda.

Tanrıyla ben çok iyi geçinmiyorum,
o yüzden söyleyeyim,
ruhumu kimsenin almasına izin vermiyorum,
ben Jim Morrison gibiyim,
boktan bir tatile doğru yol alıyorum.

Del Rey’in burada dedikleri, yakınlarda yaptığı açıklamayla da uyuşuyor. Guardian’a verdiği röportajda “27 kulübüne” binaen “Şimdiye kadar ölmüş olmayı dilerdim” diyor “Jim Morrison, Amy Winehouse gibi ölümleri büyüleyici bulup bulmadığı” ile ilgili yöneltilen soruya.

Jim Morrison 27 yaşında boktan bir tatile çıktı. Dünyanın görüp görebileceği en etkili müzisyenlerden biriydi ve kısa hayatına rağmen Doors aracılığıyla inanılmaz işler bıraktı dünyaya. Yıkık bir hayatı vardı. Bağımlıydı, mutsuzdu, çoğu zaman onlarca ona tapan kadının arasında dahi yalnızdı. Elindeki çoğu şeyi çarçur etti, güzelliği ve yeteneği de dahil. Sonu bir küvette geldi. Bunlar mı onu iyi bir müzisyen yaptı? Bunları bırakıp, mutlu olmaya çalışssaydı Riders on a Storm’u asla dinleyemeyecek miydik? Eğer Lana Del Rey mutlu olsaydı Born to Die olmayacak mıydı?

Yaratan insanlarla mutluluğun ilişkisi çok acayiptir. Yaratıcılık çoğu zaman yaratıcının hislerine dayanır, bir şey yaratırken içinizdeki saf bir duyguyu; yani düşüncelerle, şüpheyle, korkuyla veya sinirle bölünmemiş, tüm, bütün bir duyguyu alır ve ne renkse önünüzdeki şeye aynen dökersiniz. Sorun şu ki, böyle saf bir duygu bulmak kolay değildir. Size şöyle anlatayım, hiç birine gerçekten sinirlendiğiniz oldu mu internette? Ona uzun uzun sinirli bir yazı döşediniz mi? İnsan geek olunca aklına çok fazla örnek geliyor, çünkü o sinirin saf bir maden halinde içinizde büyüdüğünüzü hissettiğiniz an her saf duyguya yaptığımız gibi onu da dışarı vurmaya programlıyız biz. Duygusal bir yaratıcıysanız sadece bunları bulduğunuz an işlemeye meyilli olmuyorsunuz, en büyük sıkıntınız, en büyük probleminiz bunları çok sık hissetmek oluyor.

Lana Del Rey 4

Lana Del Rey belli ki bunları çok sık hissediyor. Cuma akşamları kendini çok yalnız hissediyor mesela, bazen kendini sıkışmış hissediyor, bazen boş vermiş, bazen değersiz, bazen önemsiz. Şarkıları tamamen böyle temalarla dolu. Off to the Races tek taraflı bir ilişkinin erkeğine değersizce yapışan öteki tarafını anlatıyor mesela. Dark Paradise ayrılığı kendini öldürme noktasına dahi gelene kadar atlatamayan bir kadını. Şarkıları acıyla dolu Del Rey’in. Ve o bunu seviyor. Bu onun bilinçli bir kararı değil. Ama o bir yerde, bir noktada, dünya üzerindeki insanların korkutucu bir çoğunluğu gibi mutlu olmaya çalışmamayı seçiyor. Ben şunu gördüm, ve şunu biliyorum. Hayat siz mutlu olmaya çalışmadığınız her an sizi en dibine çeken pislik bir oyun. Ve mutlu olmaya çalışmak çok zor. Çalışmamaktan çok daha fazla hem de. Hele ki bir de bunun sizi siz yapan şey olduğunu düşünüyorsanız.

Müzikal olarak 60’ların, 70’lerin çocuğu Lana Del Rey ve güzel bir müzik yapıyor. Soul, Baroque, Indie ve Pop karıştırıyor melodilerine. Çok görsel bir müzik yapıyor. Ama bir müzisyen değil. Sadece şarkı söyleyebilen ve acı çeken bir kadın ve bunları hangi sırayla yaptığını önemsemiyor. Acı çekmek ve acınızı birilerine dinletmek güzel. Ama eğer kızlarınız için kerpiç bir evden başka bir şey istemediğinize dair de bir şarkı yapabiliyorsanız, işte ancak o zaman gerçek bir yaratıcısınız demektir. Çünkü mutsuzluğu önünüze dökmek kolaydır. Zor olan, aynısını mutluluğa da yapabilmektır.

 

Editoryal Not: Bu yazı aslen 10 Aralık 2012 tarihinde Yiğitcan Erdoğan’ın şahsi blogu PlaygroundSix’te yayınlanmış; Del Rey’in doğum günü ve son açıklamaları ışığında düzenlenip yazar tarafından Geekyapar’a konulmuştur. Yazının orijinal, tashihlenmemiş versiyonu şurada bulunabilir.
Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.