13BlackRiver

Eski bir tema olmasına rağmen “felaket sonrasında hayatta kalma” fikrini ve taşıdığı derin bunalımı yeni keşfeder olduk. Post-apokaliptik olan da zombi istilasında sıkışan da yakın zamana kadar hep işin aksiyonuyla kendini seyirciye/okura sevdirmek zorunda kaldı. Bu süreçte yaşanan kırılma noktasının The Walking Dead’in TV dizisi olarak ekranlara taşınması ile gerçekleştiğini muhtemelen herkes kabul edecektir; çoğu popüler kültür takipçisi literatürde bulunan görece eski eserleri de dizi ile tanıştıktan sonra takibe almaya başladı.

Peki kıyametin artık bir şiddet ve bilimkurgu pornografisi değil de hüzün, dram ve melankoli ile özdeşleşmesinin arkasındaki sebepler neler? En temelinde şüphesiz yeryüzünde vuku bulmakta olan küçük kıyametleri artık an be an takip edebilecek bir iletişim çağında olmamız olsa gerek. Artık “wasteland”ın karmaşası bizim için fantastik edebiyat kadar uzak değil, bilakis kapı komşumuzda, hatta kendi ensemizde hissettiğimiz bir sıcak nefes.

Hal böyle iken gelelim bu hafta üzerine iki laf edeceğim çizgiroman olan Black River’a. Josh Simmons’ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan 110 sayfalık bu yeni eseri kıyamet sonrasının sert ruhunu bize tüm çıplaklığıyla gösteren, çarpıcı bir iş. Medeniyetlerin çöktüğü yakın gelecekte ülkenin bir ucundan diğerine yürüyen bir grup insanı anlatan Black River, okurun zihnine 2006’da Pulitzer ödülü kazanan, 2009’da da filme çekilen The Road romanını getirecek cinsten bir iş. Çorak ve soğuk topraklarda bir adet konserve kutusu için birbirini boğazlayabilen insanların olduğu, eski değerlerin zar zor yakılan bir kamp ateşinde yakıldığı bir dünyadayız.

Yaşam savaşının tüm sertliğiyle sürdüğü bu yakın gelecekte kahramanlarımızın hikayesi buldukları bir sığınma deposunda başlıyor. Bolca gıda ve cephane bulan grup ilk başta deponun neden terkedildiğini anlamaya çalışıyorlar. Sonrasında buldukları günlük ise kendilerine umut ışığı oluyor; güneyde bir yerlerde Gattenburg isimli bir kasaba bir şekilde bu cehennemde kendini varedebilmenin yolunu bulmuş ve ıssızlıktaki diğer insanları kendi güvenli duvarlarının içine çağırmakta. Kendi gıdasını ve elektriğini hala üretebilen bilinen tek yerleşim olan Gattenburg’a doğru uzun bir yolculuk başlıyor böylece, biz de soğuk Amerika patikalarında geçen yolculuğu seyre koyuluyoruz.

br

Black River’ı benzerlerinden farklı kılan iki temel özellik var. Birincisi kahramanlarının büyük çoğunluğunun kadınlardan oluşması. Gattenburg’un keşfi için yola çıkan ekipte sadece bir erkek bulunmakta ki o da grubun en silik karakterlerinden biri. Bunun yanında iki adet köpek, post apokaliptik maceraların olmazsa olmazı olarak ekibe dahil edilmiş durumda. Bu kadar kadın kahramanla çıkılan maceranın bir feminist yeniden doğuş hikayesi olması muhtemelen akla ilk gelen şey; ancak Black River tüm kadın karakterlerini güçlü bir şekilde sunmasına rağmen feminist bir iş değil.

Josh Simmons’ın yaptığı bir röportajda belirttiği üzere misandrik (erkek karşıtı) öğeler kendini gösterse de Black River’da özel olarak feminist söylemin hakim olduğunu söylemek pek isabetli olmaz ( not: misandrik söylemin feminizm anlamına gelmediğinin farkındayız, ancak röportajdaki bağıntıyı Simmons kendisi kurduğu için bize pek bir şey söylemek düşmüyor; arzu edenler röportajın tam metnini okuyabilirler). Black River’ın evreni genel olarak kötücül bir doğaya sahip, cinsiyetten bağımsız olarak herkes dehşeti rutini saymış durumda, bunun bilinciyle okumak faydalı olacaktır.

br3

Kitabı farklı kılan ikinci özellik ise Simmons’ın tamamen kendine has çizim tarzı ve şiddeti eserlerine eklemlendirmedeki ustalığı. İlk büyük çıkışını House ile yapan sanatçının geçtiğimiz yıllarda basılan kısa hikaye antolojisi The Furry Trap bu konuda belki de en net fikri sunabilecek eser. Simmons tüm minimal tarzına en sert vahşeti ve dramı sıkıştırabilen, ardından da okuru derin bir bilinmezliğin içinde bırakabilen bir çizer. Hikayelerin bitişi öyle ani ve çarpıcı gerçekleşiyor ki bünyede kalan baskın hissin tedirginlik olmaması imkansızlaşıyor.

Black River da aynen böyle bir şekilde, tam da hikayenin daha da genişleyeceğini düşündüğümüz anda bize çok çarpıcı ve alabildiğine hüzünlü bir sürpriz final sunarak kapanışa ulaşıyor. Ardından daha fazlasını okumak istiyoruz istemesine, ancak kitabı asıl güçlü yapan etken okura tokat atarcasına bir etki ile susacağı zamanı bilmesi ve bizi akıbeti belirsiz karakterler üzerine haklı bir endişeyle başbaşa bırakmasında saklı.

Uzun lafımızı bitirirsek, The Walking Dead seven herkesin kesinlikle okuması gereken, sevmeyenlerin de ön yargıları bırakıp göz atmasını tavsiye edeceğim bir iş Black River. Simmons kitabın adını tamamen rastlantısal bir şekilde bulmuş, ona kalsa eserinin bir adının olmasına gerek bile yok. İlk fırsatta okuyun, sonra seyretmediyseniz 2009 yapımı The Road’u seyredin. Gününüz mutlu geçmeyecek ama kendinizi bazı şeylere farklı gözle bakar bulacaksınız. Önemli olan da biraz bu aslında…

ThingsGetWorse

Author

Eskilerin dediği gibi: "You must gather your party before venturing forth"

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.