There is always a lighthouse, there is always a man, there is always a city…

 lighthouse

Şahsım için bu senenin en akılda kalan oyununu seçmek fazla zor olmadı. Bu durumda sene içinde oynadığım oyunların sayısının onu geçmemesi, bu oyunların çoğunun yapın yılının 1995’ten yeni olmaması ve 2013’ten en öncelikli adayımın da dişe dokunur çok rakibinin bulunmaması etkiliydi tabi. Uzun lafa gerek yok, çok sevelim az sevelim (sevmeyelim demiyorum dikkat edin), 2013’ün en önemli oyunu Bioshock Infinite oldu. PlayStation yoldaşlarının “The Last of Us” çığlıklarını duyabiliyorum ama kusura bakmayın gençler, Highlander’da dendiği gibi “there can be only one”…

Tabii bu seçimim sizi yanıltmasın, Biohock Infinite senenin “en iyi” oyunu kesinlikle değil. Hatta bu kadar büyük bütçeli bir yapımdan beklenmeyecek denge problemlerine sahip bir çalışma. Düşmanların ve silahların sınırlı çeşitliliği, oyuna doğaüstü yapısını katan vigor’ların işlevsizliği ve pek çok benzer oyunun pazarlama hilesi olan “seçimleriniz oyunun gidişatını derinden etkileyecek” cümlesinin Bioshock Infinite’te de kağıttan bir kaplana dönüşmesi oyunu “en iyi” olmaktan ciddi biçimde uzaklaştırıyor. Buna rağmen bu saydıklarımın hiçbiri Infinite’in seneye damgasını vurmasını etkilemedi. Neden mi? Çünkü Columbia…

siegeofcolumbiaSizi bilmem ama ben oyun dünyasında evren tasarımı denilince akla sadece orkların eline makineli tüfek vermenin ya da elflerin kulaklarını biraz daha sivrileştirmenin yenilik sayılmasından aşırı sıkılmış vaziyetteyim. Uğruna mağaza kapılarında sabahlanan oyunların yeni bir Warcraft ya da Star Wars ya da (çok sevmeme rağmen) Lord of the Rings ürünü (ya da klonu) olması da artık kabak tadı vermekte. Fantezi ve bilimkurgu içerdiği alegoriyle değer kazanır, oysa bizler bu evrenlerin yaratılırken anlatmaya çalıştıkları hikayeleri çoktan unuttuk. Artık yüzüğü Mordor’a götürmenin pek bir anlamı yok. Death Star’ı patlatmak bizi eskisi kadar büyülemiyor. İşte bu sebeple, itinayla kısırlaştırılmış çağımızda Ken Levine’ın geçen yüzyılın pek çok sorusunu ve çatışmasını ana akıma taşıma çabası önem taşıyor.

Bir seri olarak BioShock; kapitalizm, din ve ırkçılık gibi temaları hikayesine ve atmosferine yedirmesi ve bu konuları hep aktif tutmasıyla zihinlerde yer edinmesi gereken bir eser. Elbet bu konulara intergalaktik bir savaşla değinilmesi de bir şeydir (Mass Effect’çi kitlelere selamı çakıyorum), ama bir de bunu tamamen reel dünyanın stereotipleri, mimarisi ve tarihiyle anlatmak var. Tüm sektörde değilse bile bir kısım yapımcıda böyle bir çaba görmeyi istemek çok büyük bir talep olmasa gerek.

Ken Levine’ın bu son eseri yoğun tonda politika yapan bir oyun değil ama anlattığı konu ile ister istemez politik  duruşa sahip bir proje, oyuncunun da her şeye vakıf olması taşıdığı politik bilince bağlı. Bugün Bioshock Infinite’in mevzu ettiği konulara hafifçe bile değinmesi çoğu muhafazakar kitleyi şaşırtmış durumda. Öyle ki beyaz ırkçılığı ile ön plana çıkan Stormfront websitesi, Bioshock Infinite’i “Yahudi Levine’ın Beyaz Amerikalı öldürme Oyunu” diye tanımlayabiliyor. Düşünün artık, bir oyuna azıcık kimlik politikası koymak bile fırtınalar koparabiliyor, işte o kadar bakir bırakılmış bizim bu dijital topraklarımız.

Ancak… Tabii bu demek değil ki Bioshock Infinite yeni çağın protest sesi, oyun dünyasının muhteşem manifestosu. Kesinlikle hayır, bilakis Levine’in oyunlarının siyaseten durduğu yer alabildiğine liberal. Levine ile tek ortak paydamız radikalizmin yeni bir canavar doğurabileceği fikri. Infinite’in sağ zihniyetini yumuşatan tek etmen muhafazakarlığa çatması. Oyunda Columbia’nın dini ve anglosakson diktatoryasına tepkimizi koyarken kendimizi iki noktada ciddi biçimde direniş karşıtı bir pozisyonda buluyoruz.

vox populiBirincisi (ve en bariz olanı) Vox Populi sorunsalı. Columbia’daki siyah ve göçmen düşmanı tavra karşı doğan, gücünü şehrin emekçi kesiminden alan Vox Populi biz sahaya girdiğimizde bir anda “esnafın camını çerçevesini indiriyorlar, bunların işi gücü anarşi çıkarmak kardeşim” noktasına geliyor. Vox Populi’nın üretim araçlarını ele geçirme misyonu oyunda itinayla ikinci en büyük kötü rolünü kazanmış vaziyette. Levine sırf etik olarak başka türlü düşünmemize fırsat kalmasın diye direniş liderinin küçük bir çocuğu “dava” için öldürme sahnesini bile gözümüze sokmayı ihmal etmiyor (Well done, Levine…). Zaten biraz kurcalayınca Ken Levine’ın Vox Populi ile Occupy Hareketi’ne tepkisini gösterdiğini anlayabiliyoruz.

Gene de bunu kaldırabilirim. Zira popüler kültürde Occupy Hareketi’ne tepkili anaakım eserlerle ilk karşılaşmamız değil (En bariz örneği için: Dark Knight Rises), dahası da gelecek. Hollywood’un Alman, Sovyet ve Müslüman düşman yığınlarından sonra doldurması gereken bir boşluk var sonuçta. Kaldırmakta zorlandığım şey, AÇILIN SPOILER -Bioshock Infinite’in Kuantum meselesi ile güzel kurguladığı hikayede tek çözümü protagonistin “heroic death”ine bağlaması.- SPOILER BİTTİ SAKİN OLUN Hikayenin bu gidişatından tek rahatsızlık duyan ben miyim? Zaten oyunun ikinci yarısında Columbia Hükümeti ile Vox Populi birbirine girdiğinde ve o tapılası şehrin nasıl alevler içinde kaldığını an be an tecrübe ettiğimde “dünyada ne çok kötülük var” diye köşeme çekilip Mavi Sakal- İki Yol dinlemeye başlamıştım, bir de olayı aslında direnmenin beyhudeliğine getirmenin ne manası var? “Ne yaparsan yap gidişatı değiştiremezsin, oyunu yenmenin tek yolu oynamamaktır” mesajı Bioshock’tan beklediğim bir şey değildi, üzgünüm. İlk oyun bile çok daha umut vaadeden ve İnfinite’e nazaran sol konumda bir eserdi. Evet, Ayn Rand’ı resmen peygamberi ilan eden Rapture şehrindeki maceradan bahsediyorum. Çünkü Bioshock ve Rapture’ın mottosu “A man chooses, a slave obeys” kesinlikle Infinite’in bizi getirdiği yerden daha iyimserdi.

“Eee, sen oyunu hangi noktada sevdin arkadaş” diyebilirsiniz. Siyaseten bana uzak bir konumda olması Bioshock Infinite’e saygı duymama engel değil. Çünkü anaakım oyun dünyasının çok daha ciddi bir problemi var ki o da yapımcıların maddi kaygılardan ötürü eserlerinde kendi duruşlarını ifade edememeleri. Ken Levine en azından yaptığı bu işlerle duruşunu yansıtmaya çalışıyor ve bu çabanın maddi olarak bir kayıp değil bilakis kazanım olabileceğini gösteriyor. Yapımcıların “ya oyunumuz satılmazsa” hissinden uyguladıkları otosansür, beğenmediğimiz düşüncelerle karşımıza çıkmalarından daha vahim bir durum, inanın. Onlar hayata bakışlarını bize sunduklarında eserleri ölçüp biçme işini biz yaparız, dert değil.

Bioshock Infinite oyun dünyasının V for Vendetta’sı değil ama benim gözümde 1984’ü diyebiliriz. Çok benzer bir ideolojik noktada duruyor ama 1984 gibi takipçisinin zihnini açabilecek bir atmosfere sahip. Tabii derinlik olarak Orwell’ın eserinden geri bir noktada ama ciddiye alındığında onun gibi kendi mecrasında politik distopyalara yeni bir soluk getirebilir, getirecektir de. Tek temennim Bioshock’tan sonra aceleyle yapılan sequel gibi bir iki seneye premature bir Bioshock Infinite 2 görmeyelim. Bu oyunu iyice hazmedelim ki beynimiz glikoz alsın, daha güçlü eserlere kapı açılsın.

 bioinfinite

 

Not: Bu senenin en önemli oyunu hakkımı Bioshock Infinite’ten yana kullanırken, “en iyi oyun” seçimimi Telltale Games’in The Walking Dead’inden yana kullanıyorum. Hakkında yazı yazmama gerekçem episodik pazarlamadan dolayı oyunun yarısının 2012’ye ait olması. Bunun dışında şakam yok, Clementine’i üzeni yakarım.

Author

Eskilerin dediği gibi: "You must gather your party before venturing forth"

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.