Denizde yüzmeyi seven biriyseniz bilirsiniz, kıyıdan çok açıldığınızda zihninizi bilinmezlikle dolu ürpertili bir his sarar. Ayaklarınızın altında uzanan kocaman bir dünyanın varlığıyla yüzleşirsiniz her kulacınızda. Ve siz o kadar ufaksınızdır ki yutulup gitmeniz, an meselesidir. Ancak bir yandan da görünenin ardındakine merak başlamıştır. Korkuyla keşif arasında kalırsınız, kulaç atmaya devam mı yoksa kıyıya doğru kaçınmak mı sorusu kıvranır içinizde. Benim için bu hissin benzeri, insanlık tarihinde yüzmekte de yatıyor. Tarih, ayaklarımızın altında uzanan devasa bir dehliz. Her bir adımımız kırılgan zeminini çıtırdatıyor, meraklı gözlerimizi bilinmezliğinde kaybolmaya davet ediyor.

Zaman kavramı öylesine devasa ki, modern dünyamız; iki taşı birbirine sürterek mağaralarda debelendiğimiz zaman diliminin çeyreğinde bile değil henüz. Bizden önceki on, yirmi senenin değişimine şaşarken, milyonlara yayılan insanlığın göbeğinde olduğumuzu fark etmek ürkütücü olduğu kadar merak uyandırıcı da. İki ayağımızın altında neredeyse ufuksuz bir geçmiş var. Bizden öncekilerin ayak izlerini bularak nelere erişebiliriz? Geekliğin astarı kendinden olan merak duygusuna da güvenerek, bu sorunun peşinde, hayal gücü dolu bünyeleri bol bol tetikleyecek bir konudan bahsedeceğim bu yazıda: Anadolu’nun da bir parçası olan kafatası kültünden.

Medeniyet dediğimiz tartışmalı canavarın; büyük ölçüde Güneydoğu Anadolu’nun da içinde yer aldığı, Doğu Akdeniz sahil şeridinden Hazar Denizi’ne kadar uzanan kısımda dünyaya geldiği kabul edilir. Çoğumuz belki de Mezopotamya veya diğer adıyla yani Bereketli Hilal olarak tanıyoruz burayı. Gerçekten biraz araştırınca, dünya üzerinde piyango vurmuş bu kadar şanslı bir toprak parçası daha olmadığını siz de öğrenebilirsiniz. Hem evcilleştirmeye en uygun sürü hayvanlarının, hem tam verimli bitkilerin atalarının hem de su kaynaklarının bir arada bulunması, Anakin’in midichlorian bakımından zengin bünyesini kıskandıracak cinsten bir şans tanımış bu bölgeye ve bölge insanlarına. (Eski güzel günler hatırına Star Wars göndermesi yapma borcu ödenmiştir.)

Yaklaşık M.Ö. 12.500 yıl önce bu bölgede Natufian, Zarzian ve Trialetian kültürü dediğimiz insan toplulukları, yerleşik yaşama geçme girişimlerinde bulunmuşlar. Burada bir soluklanalım ve 12.500 yıl önce kısmını içimize iyice bir sindirelim istiyorum. Size de böyle oluyor mu? Tarihçilerin geçen zamandan bahsederlerken, tam o noktada seslerini biraz daha yükseltip kelimelere özen göstermelerini, hatta devam etmeden önce mümkünse bir es vermelerini bekliyorum. Bir de oturdukları yerden kalkıp gözlerini aça aça, “henüz milattan sonra 2000’li yıllardayız yahu” demeliler! Oysaki hal ve tavırlarında en ufak bir bozgun olmadan, M.Ö. şu yüzyıl diyerek geçip gidiyorlar. Aklınız alıyor mu? Geçmişiyle kıyaslanınca henüz emeklemekte olan bir milat kavramına sahibiz. Bunu içimize sindirdiysek, devam edebiliriz.  

Medeniyetin ilk adımlarına ışık tutan bölge insanları, geride ilginç kalıntılar bırakarak yok olmuşlar. Evlerinin düzenleri, depolama alanları, toplu bir yaşam içinde paylaşılan görevler gibi çıkarımlardan sonra, araştırmacıları en çok şaşırtan şey, ölülerin evlerin çok yakınına ya da direkt evlerin tabanlarına gömülmesi olmuş olsa gerek.

Yalnız bu noktada biraz durup ölüm kavramından söz etmem gerekiyor.

Ölüm, her zaman suratı asık bir konudur bizim için. Genellikle soğuk, siyah renkli bilinmezimizdir. Yüzünü hep bir perde ardında saklayan bu yabancıya dair çıkarımlarımız; en başından beri ne kadar yakınımızda olursa olsun, teknolojimiz ne kadar gelişirse gelişsin, hala felsefik ya da dini inançlardan öteye gidemiyor. Onun karşısında yaşadığımız şaşkınlık, korku, heyecan, hüzne dair eserlerle yeni yeni başa çıkma yöntemleri üretip duruyoruz. Bu karmaşık konu, bizim kadar bile bilimsel bir bakışa sahip olamayan atalarımız için daha zorlu bir süreç olsa gerek. Ancak görülen o ki bir yandan da hala aynı anma törenleriyle uğurluyoruz sevdiklerimizi.

Örneğin Kuzey Irak’ın Zagros Dağı’nda yer alan Şanidar Mağarası’nda, M.Ö. 50.000 yılına tarihlenen, çevresinde polen izlerine rastlanan bir Neanderthal iskeleti ortaya çıkıyor. Polen izlerinden yapılan çıkarım, ölünün çevresine çiçekler dizildiği yönünde. Yani onca sene öncesinden günümüzdeki bakış açısıyla neredeyse aklı kıt olarak yorumladığımız canlıların, bu merhamet dolu ritüeline şahitlik ettiğimiz düşünülüyor. Fransa’daki Le Moustier’de de ise bir çocuk iskeletinin etrafına sığır kemikleri dağıtıldığı görülüyor. İskeletin üzerindeki taş alet kaynaklı izler, eğer yorumlamalar doğruysa çocuk için gerçekleştirilen bir anma törenini akla getiriyor. Belki bir anne-babanın çocuğuna gösterebildiği son özenli davranışı, belki de önemli bir figür olarak görülen çocuğun topluluk tarafından uğurlanışını simgeliyor. Yine Fransa’daki La Farrassie kaya sığınağında, bu sefer bir çocuk kafatası bulunuyor. Bu kafatası özel çünkü bir işleme tabii tutulmuş. Kafatası, alt kısmı kırmızı demir cevherinden elde edilen aşı boyası ile boyanan ve üzerine delikler açılan bir kireç bloğunun altında bulunmuş. Bu kısmı aklınızda tutmanızda yarar var.

Natufian kültürü demiştik. Evlerin tabanlarına gömülen ölüleri vardı hani. Bu yapılan işlemin gidenleri onurlandırmak ya da korumak amacı taşıdığını düşünebiliriz. Belki de ölülerin ruhlarının hala aralarında dolaştığını düşündüklerinden onlara yakın olsunlar diye bunu yapıyorlardı. Sebep ne olursa olsun kendilerinden sonrakileri etkiledikleri kesin.

Geç Natufian olarak anılan kültüre ait bir mağarada bulunan iskeletlerde kafataslarının olmadığı görülmüş. Bir sonraki nesilde, kabaca M.Ö. 10.000 ile 7.000 arasındaki Neolitik Çağ’da yaşayan Filistin’deki Eriha/Jericho yerleşiminde, ölülerin yine evlerin tabanları altına gömüldüğü ve çıkarılan kafataslarının muhtemelen kamusal amaçla kullanılan bir binada sergilendiği bulunmuş! Kafatası sergisi, ne kadar iç açıcı bir fikir değil mi? Üstelik bu kafatasları bedenden ayrıldıktan sonra çoğunlukla kireçle kaplanmış, kırmızı renk veren aşı boyası ya da zift ile boyanmış. Bitti mi hayır! Bazılarının göz çukurlarının yerine deniz kabuğu konularak bildiğiniz yapay göz yapılmış. Kafataslarını çeşitli boyar maddelerle kaş, ağız çizerek ve göz çukuruna taş, kabuk gibi nesneler koyarak saklamak bir nevi o zamanın ölüm modasıymış diyebiliriz.

Çukurda bulunan çocuk kafatasına yapılan işlemleri çağrıştıracak ilginç bir noktaya gelmedik mi sizce de?

Arkeologların, kafataslarından ayrılmış iskeletleri ve bu iskeletlerden ayrıldığı belli olan sıvalı kafataslarını bulduklarındaki şaşkınlıklarını görmek paha biçilemez olurdu. İlk bakışta korku dolu bir bilimkurgu filminin içine düşmüş gibi hissettirse de gerçeğin ta kendisi. Zamanla öğrendim ki, çoğunlukla gerçekler hayallerden daha yaratıcı. Bu uygulamaya, her ne kadar sonradan iskeletleri de bulunsa da kafatası kültü demeyi uygun bulmuşlar ve bu şekilde kalıplaşmış.

Daha pek çok yerde görülen kült, ülkemizde Niğde ilindeki Köşk Höyük’te,  Aksaray ili sınırlarındaki Kızılkaya Köyü’nde bulunan Aşıklı Höyük’te, tüm bedeniyle alçılanan bir çocuk örneğine sahip olan Malatya ili yakınındaki Cafer Höyük’te ve Diyarbakır Körtik Tepe’de de görülmüş.  Hasankeyf Höyük, Aşıklı Höyük ve Çatalhöyük’ten de benzer örnekler çıkarılmış. Höyük ne ki derseniz, kabaca eski insanların yaşam alanları diyebiliriz. Görülen o ki binlerce yıl önce bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar da ölülerini gömmekle ilgili trendlere kayıtsız kalamamışlar.  

Tabii ki merakının götürdüğü yere giden yaratıklar olduğumuzdan, bilim insanları kültün arkasında yatan nedenleri açıklamaya girişmişler hemen. Öncelikle bulunan kafatası örneklerinin çoğunun dişsiz olması, yaşlı erkek atalara bir saygı durumu olduğunu düşündürtmüş. Buna atalar kültü denmiş. Ancak yetinmeyip araştırmaya devam edildikçe kadınların ve çocukların da bu uygulamaya maruz kaldığını, hatta dişli örneklere de rastlandığını gördükçe görüş eskimiş.

İkinci bir görüş, sosyal statüsü yüksek insanlara uygulandığını öne sürmüş. Kanıt olarak toplumun her kesimine uygulanmaması gösterilmiş. Mantıklı bir yanı olsa da çocuklara kadar genişleyen bir yelpazede örneklerinin bulunmasıyla inandırıcılığı azalmış.

Bundan sonra bir başka ilginç görüşe geliyoruz. Kazılan bölgelerde bulunan bazı başsız küçük heykellere benzeyen figürler, kültün bereket ve doğurganlığa ilişkin bir ritüel olabileceğini düşündürtmüş. Yani bu figürünler ile kafatasları arasında bir bağ olabileceği iddia edilmiş. En çok ilgimi çeken görüşlerden biri bu oldu ve hala zaman makinemizin olmamasına daha bir hayıflandım. Marty ve profesör bir köşeden çıkıp gelse çok işe yararlardı.

Bir diğer görüşe gelirsek, kültün ele geçen ganimetleri gösterme amaçlı yapıldığını söylüyor. Ancak ganimet için saklanan kafataslarının o kadar özenle alçılanıp bezenmesi zayıf bir ihtimal değil mi sizce de?

Son bilindik görüş ise kafataslarına yapılan işlemlerin başlangıçta ölenlerin yakınları tarafından gerçekleştirildiğini, bu yolla ölenlerin anılması ve unutulmaması istenirken; birkaç nesil sonra kişiliklerinin silinmesiyle, toplumu bir arada tutan soyut bir bağa dönüştüklerine değiniyor. Kulağa en mantıklı gelen de bu gibi. Ve evet şiirsel.

Öte yandan en eski ibadet merkezi olarak görülen Göbeklitepe anıtsal alanında da üç kafatası örneğine ulaşılmış. Bulunan kafataslarında delik olduğu görülmüş ve delikten geçirilen bir malzemeyle yerden yükseğe asıldıkları tahmin edilmiş. Tavandan sarkan dekoratif bir kafatası, kim istemez? O yıllarda bu topraklarda yaşayan öncüllerimiz ne işler karıştırıyordu acaba?

Natufian kültüründen bile önce başladığı düşünülen kafatası kültü, başlangıçta ölen kişiyi anmak için ve yas olgusuna yönelik bir uygulama olarak ortaya çıkmış olabilir. Kil, alçı gibi maddelerle kafatasını sıvamayı, özellikle de kanı andıran aşı boyasıyla kaplamayı ve yüz detayı verecek çizgilerle, göz yerine malzemeler yerleştirmeyi ölen kişiye kimlik kazandırma çabası olarak yorumlayabiliriz. Tüm bedenin kaplandığı örneklerinden yola çıkarak uygulamanın kişilerin bedenlerini muhafaza ettiğine inanıldığı, belki bir yaşama döndürme inancıyla yapıldığı da söylenebilir.

Ya da seçkin ve özel niteliklere sahip olduğu düşünülen kişilere saygı göstergesi olduğu, bir tür tılsım yerine konulduğu da düşünülebilir. Oldukça ilgi çekici bir uygulama olarak, kafatası kültüne dair daha sayısız söz söylenebilir. Bariz olan, özenli bir uygulama olduğu. Başka hangi canlı ölüme dair bu kadar incelikli ritüellere ve törenlere başvuruyor? Dinmek bilmez bir anma ihtiyacıyla kıvranıyor? İlyada’da amansız ve inatçı olduğu için insanların en nefret ettiği tanrı olarak tanımlanan Hades’in, yani ölümün yüzüne karşı çaresiziz. Tüm bu çabalar, ölüme bir şeyler söyleme şeklimiz gibi geliyor bana. Onu yenemesek ve inadını kıramasak da elimizden gelen, bir kültür demetinin içinde ilerlemekse bunu becerdiğimiz kesin. Bu ilginç kült, henüz tam aydınlatılamamış olsa da ortaya çıktığı kadarıyla bile nefes kesici. Tarih dehlizi içinde daha nelerin saklı durduğunu kim bilir?

Belki bünyeler tetiklenir, yazık olur diye pek görsel koyamadım kült ile ilgili. İlgiliyseniz akademik kaynaklarda kısa bir araştırmayla bol bol erişebilirsiniz görsellerine.

Yazar: Cansu Özbay

Author

Dünyanın en ihtiyacı olduğu anda ortaya çıkarak çeşitli konularda fikirlerini belirten yazarlar. Bir konuk yazar asla geç yazmaz, erken de yazmaz. Onlar, tam yazmaları gereken zamanda yazarlar.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.