Hayatımda manalı diyebileceğim pek çok şeyi Fallout’ta öğrendim, eğer bir şeyi öğrenmem gerekiyorsa bunun ihtiyacını da ilk Fallout oynarken duydum. Mesela iki erkeğin sevgili olabileceği fikrini ilk Fallout 2’de Modoc’ta gezinirken öğrendim. Bir ülkenin devlet başkanının kendi halkına silah doğrultabileceğini de Fallout ile öğrendim. Bir şeyler başardığında, sonunda sana sunulanın şükran değil, sürgün mesajı olabileceğini bana ilk bu oyun gösterdi. Ve ekranda gelişen tüm bu olayları anlayabilmek için İngilizce öğrenmem gerektiğini bana öğreten deneyim de pek tabii Fallout çöllerinde geçen ilk saatlerimdi. Sizin anlayacağınız adeta “olmasaydı olmazdım” durumuydu söz konusu olan.

frank horrigan
Frank Horrigan ile girilen kavgadan sembolik bir kare. Orijinal Fallout 2’de aslında bu kadar çok NPC ile dolaşmanıza imkan yoktu ama dert değil, bu arkadaşların büyük çoğunluğu dut pestili olmaya sadece iki turn uzakta…

Fallout ile bir şey daha öğrendim ki bunu hiç beklemiyordum. Yolu düşenler bilirler, Enclave’in Pasifik Okyanusu’nda üssü vardır. İşte o üste, The Poseidon Energy Oil Rig’deydim. Frank Horrigan’dan son yılların en ağır dayağını yiyeceğim ve artık nasıl bir özgüvenle yola çıkmışsam hep yakın dövüş silahlarımı geliştirmişim, yani sinsilik yapıp bu iri abiyle arama mesafe koyarak çatışma şansım pek yok. Mesele sadece yenilecek dayak da değil, oyunun sonundayız ve en yakın kayıt noktam Enclave’e ilk girdiğim vakitler (Genç arkadaşlar “Autosave yok mu hiç?” diye sorabilirler. 1998 bambaşka bir zamandı ve oyunların sizin işinizi kolaylaştırmak gibi dertleri yoktu). Saçma bir “oyunu çok kaydedersem bilgisayarın hard-diski dolar, çöker belki?” korkusuna yenik düştüğüm için tek save slot’unu kendimce çok tasarruflu bir şekilde kullanarak ilerliyordum.

Uzun lafın kısası Horrigan ile kaçınılmaz bir Kırkpınar güreşine giriştik. Ben dönemin dergi tam çözümlerinin ısrarla belirttiği “ÇEVREDEKİ TURRETLERİ HORRIGAN’A SALDIRACAK ŞEKİLDE AYARLAYIN!” ikazını da ciddiye almadığım için destek alamıyorum, küçük enişte Horrigan 999 hitpoint’i ve muazzam zırhı ile benim super sledgehammer darbelerimi  yok sayıyor, onun her vuruşunda vücudum resmen duvardan duvara fırlatılıyor. Horrigan zevkten dörtköşe, “the chosen one” darmadağın, turretlar keyfekeder…

Sonra beklenmedik bir şey oldu.

Samimi söylüyorum, o yaşlardayken en büyük sorunumuz buydu...
Samimi söylüyorum, o çağdaki en büyük sorunumuz buydu…

Ben öğrenilmiş çaresizlik ile dev mutantın elinde kalmayı beklerken bu müsabakanın garip bir şekilde haddinden uzun sürdüğünü idrak ettim. Horrigan tüm hitpointlerimi çiğdem gibi çıtlattıktan sonra ne hikmetse ben ölüm döşeğine geldiğimde atılan yumruklar hep “ıska” geçmeye başlamıştı. “Miss the target ”, “Miss the target…”Miss the target… ” Bu durumun her turn’de ısrarla sürdüğünü düşünün. Ben fısattan istifade edip sıra her bana geldiğinde üç beş kuruşluk zarar verebiliyordum ama Horrigan’ın beni kahvaltıda yemesi için önündeki tek engel atamadığı tek yumruktu. Benim ipeksi dokunuşlarım, Horrigan’ın “miss the target” homurtuları ile birleşti ve bu kutsal kombinasyon eşliğinde bitirici vuruşumu yaptım. Birkaç dakika sonra sonrasında Enclave üssünü patlatmış ve çölün sonsuzluğuna kendimi yeniden bırakmıştım bile.

Horrigan’ı alt edişimi borçlu olduğum şeyin bir “oyun bug’ı” olduğunu yıllar sonra öğrenecektim.

“Tüm meselen bu muydu?” demeyin. Hikayemiz burada bitmiyor. Ben bu yaşadığım olayı sistemdeki bir bug olarak nitelendiriyorum ama bu aslında benim tanımlamam, gerçekten Horrigan beni elliden fazla kez ısrarla ıskalamış olamaz mı? Belki de ölüm beni ıskaladı? Böyle bir durum olamaz mı?

İşte bu sebeple yaptığım küçük bir google araması beni çok ilginç bir düşünce deneyine getirdi: Kuantum ölümsüzlüğü. 1980’lerin sonunda birbirinden bağımsız pek çok kaynağın öne sürdüğü iddianın mantığına göre ölümün sizi ıskalaması hiç de olmayacak bir şey değil.

quantum-immortality-1
Konuyla ilgili bulabildiğim en derli toplu görsel bu oluyor.

Düşünce deneyimizin kurgusu şöyle: George R.R. Martin’in Game of Thrones’da en sevdiğimiz karakteri öldürmesi üzerine bunalıma girmişiz ve intihar edeceğiz. “O hep çılgınca yaşadı” diye anılmak için de bu işi kuantum parçacığı ile çalışan bir tabanca ile yapmaya karar veriyoruz. Kuantum parçacıkları (kuarklar) saat yönünde ya da tersi yönde spin atmayı seven taneciklerdir, bu spinleri ne ne şekilde atacaklarını öngörmek mümkün değildir (Yanlış ya da çok yüzeysel yazıyorsam teorik fizikçi arkadaşlardan özür diliyorum). Bizim tabancamız işte bu spinlere bağlı olarak çalışıyor.

Şimdi olayın mantığı şu: Tabancayı dilediğimiz zaman ateşliyoruz ve tamamen atılan spinlerin insafına kalmış vaziyetteyiz. Spini attığımız an ise olan şey, mevcut evrenin iki paralel evrene bölünmesi. Evrenlerden biri tabancanın ateşlendiği ve intiharın gerçekleştiği bir tasarımı izlerken, ikinci evrenin hikayesinde spin yönünün ters olmasından ötürü tabanca tutukluk yapıyor. Tebrikler, eğer ikinci senaryo rastgeldiyse şu an yaşıyorsunuz! Eğer Game of Thrones’da ölen karakteri gerçekten ÇOOOOK sevmiş isek bu intihar olayını tekrar deniyoruz ve tabanca gene parçacıkların hareketine bağlı olarak iki paralel evren yaratıyor. Eğer vurulmadıysak çok şanslıyız, aksi halde oyun zaten bitmiş demektir.

Bu oyunu sonsuza kadar sürdürebiliriz. Aslında sürdürüyoruz da. Oyun her oynandığında hayatta kalanın açtığı iki evren oluşuyor; birindeki tabanca ile vuruluyor, öbüründeki ise yeniden paralel evren açıyor. Elimizde süreçle açılan sonsuz evren var ve bu evrenlerden bir tanesi kesin olarak hiç bir zaman tabanca tarafından vurulmayacak olan bizi içeriyor.

quantum-suicide-9
Paralel bir evrende okulun en güzel kızının kalbinde siz varsınız.

Şimdi bu yazıyı okurken yüksek ihtimalle benim bu düşünce deneyini ilk duyduğum zamanki kadar etkilenmediniz, ama olsun. Zamanla seveceğinize eminim. Kuantum ölümsüzlüğü bir miktar meşhur Schröndinger’in Kedisi olayını anımsatıyor. Kuantum mekanikleri, iki olayda da  Kopenhag Yorumu denilen ilkeler dizisi ışığında değerlendiriliyor, ikisinde de  paralel evren mantığının bir önkabulü sözkonusu. Ve pek tabii  ikisinde de ortalık kan revan içinde kalıyor (ölen kediler, vurulan onca insan falan…). Teorik fizik zor bir mesele…

Demem odur ki ben 1998 yılında Horrigan’ı yendiğimde belki de olay sadece benimle alakalı değildi. Belki de ben sayısız paralel evrendeki sayısız Yigilante vs. Horrigan savaşından sonu erken ve iyi biten bir örnektim sadece. Belki uzaklarda bir yerde, her seferinde yumruğunu ıskalayan bir Horrigan ile her seferinde yanlış kararlar alan ve bu sebeple dövüşmeyi hala bitirememiş bir kopyam on altı yıldır Enclave koridorlarında birbirlerini kovalıyorlardır. Vaktiniz olursa hayata yön veren ihtimallerin ne kadar çok olduğunu düşünün, farklı yollardan ilerleyecek paralel evrenler hakkında hayaller kurun. Çıldırmak işten bile değil…

Senden nefret ediyorum Frank...
Senden nefret ediyorum Frank…

Bu hafif karmaşık yazıyı konuyla ilgili yapılmış kısacık ama oldukça başarılı bir oyunla kapatıyorum. Kısa dediğime bakmayın, oyun sizden bir yarım saat isteyecektir. Vereceğiniz en iyi yarım saatlerden biri olacağına emin olabilirsiniz.

No One Has to Die

 

Author

Eskilerin dediği gibi: "You must gather your party before venturing forth"

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.