Başlık büyük şeyler vaat ediyor, farkındayım. Ama sabırlı olursanız söz veriyorum, birbirleriyle bağdaştırılması zor iki farklı şeyi karıştırıp çalkalayacağım bu yazıda. Ne de olsa geek yapar! Ayrıca, televizyon için tasarlanmış aşırı uç bir bilim-kurgu ögesi ile edebiyatı birleştirmek çok eğlenceli olacak. Sonraki cümleden itibaren spoiler vereceğim, uyarmış olayım.

Sekizinci Doktor, sesli hikâyeleri saymazsak sadece Doctor Who televizyon filminde ve The Night of the Doctor adlı kısa bölümde göründü. Göründüğü biricik kısa bölümde de bir içecek içti. Ve öldü.

The Night of the Doctor adlı o 7 dakikalık bölüm, bence Doctor Who için bir dönüm noktası. Hayranların neredeyse üzerine titremeleri gereken bir bölüm. Çünkü külliyat için çok önemli şeyler oluyor o bölümde. Bir kere Doktor rejenerasyon geçiriyor ve John Hurt’ün oynadığı Savaş Doktoru’na dönüşüyor. İkincisi, bunu özel bir içecek ile yapıyor ve kendisine sunulan bu içecekler onun nasıl biri olacağını seçmesini sağlıyor, yani aslında rejenerasyon sonrası yeni bedeninin cinsiyetini ve karakterini bu içecekler sayesinde belirleyebiliyor olduğunu öğreniyoruz. Bu noktaya kadar rejenerasyon tamamen rastgele bir şeydi oysa. Sonuç olarak Doktor, kime dönüşeceğini kolaylıkla seçiyor. Doktor, Savaş Doktoru’na dönüşümü gibi mecburi bir adımı neredeyse rastgele atıyor. Diğer rejenerasyonlarından farklı olarak resmen basit adımlarla kaderin ağlarının içine düşüyor ve kendini çok korkunç şartlar içinde buluyor.

Ama benim için bölümü çok daha değerli kılan bir şey var. O da bu bölümün Zaman Savaşı ile ilgili kafamızdaki sisleri ne kadar dağıttığı. Zaman Savaşı, Doktor’un hayatındaki büyük travmalardan biri ve bir mihenk taşı olduğu kadar, unutup sildiği bir dönem. Steven Moffat, baş yazarlık yaptığı onca yılda gerçekten çok değiştiriyor Doctor Who’yu. Bir kere bu Zaman Savaşı gibi bir olayı sokuyor zaman çizgisine, üstelik bu olayda yer alması için yepyeni bir rejenerasyondan bahsediyor adam. Çünkü kendisinin de söylediği gibi, Doktor, böyle bir savaşta savaşabilecek biri değil. Doktor’u pek çok saçma işle uğraşırken hayal etmek mümkün ama bu, değil. Savaşıp kasıtlı olarak insan öldürmek Doktor’un ölümüne kaçtığı bir şey. Gerçekten ölümüne. Bunu bu bölümde de görüyoruz zaten, bir kere ölüp dirilmeden Doktor savaşa katılmıyor.

Peki onu Zaman Savaşı’na katılmaya zorlayan ne? İnsanlar neden böyle büyük savaşlara katılırlar, hiç istemedikleri halde?

Doktor konusunda bunun iki sebebi var bana kalırsa. 7 dakika yediremese de, Cass karakteri bir insan olarak Doktor’dan korkuyor ve tiksiniyor. Doktor savaşa dahil olmadığına dair yeminler ediyor ama faydasız, demek ki o dönemde bir insan için Zaman Lordu demek Daleklerle ve muhtemelen diğer pek çok ırkla bencilce savaşarak bütün gerçekliği tehlikeye atan salaklar ordusu demek. Ve birine canavar gözüyle bakılınca o kişi gerçekten de canavar oluyor. Ne zaman birine hakaret etsek karşımızdaki şöyle bir tepki vermiyor mu: ‘‘Bana canavar mı dedin? İyi o zaman, istediğini vereceğim sana!’’. Buna geri tepme mi dersiniz, psikolojik etki mi dersiniz bilmiyorum. Mecburiyet işte. Cass’in cansız bedeni de Doktor’u tetikliyor. Çünkü karşısındaki kız, canavardan kaçmak uğruna öldü.

Peki bir anda canavar olunur mu? Hayır. Keşke o umursamazlık seviyesine ulaşmak öyle kolay olsa. İşte burada içecek devreye giriyor. Doktor’un rejenerasyon geçirip değişme kapasitesi bu adı bilinmez içecek tarafında bir anda arttırılıyor. Çünkü Doktor artık nasıl bir karaktere sahip olacağını seçebilir. Parmağını bardağa uzatıp ‘savaşçı olacağım ben’ diyebilir artık. Bu yüzden bu içecek çok kötü bir içecek.

Stefan Zweig ve Joseph Roth  – 1936

İnsana hiç alakası olmayan bir savaşta savaşması için ne zaman bir celp kağıdı gelse ve insan ne zaman buna boyun eğse bir dönüşüm geçirmez mi? Bir sipere girip insan öldürmeye karar verince eski kişi olmayacağımız çok açık. Mecburiyetten değişiyorlar insanlar. Adapte oluyorlar bir nevi. ‘Benden savaşçı olmam mı isteniyor? Olurum o zaman!’ Bir de eğer ellerinde onları savaşçı yapacak bir içecek varsa… İşte o zaman insanın eline silahın ağır kabzasını alması kolaylaşır, zihni hazırdır artık.

Bu konu üzerine kafa yorarken aklıma tek bir kitap geliyor: Mecburiyet. Stefan Zweig’ın incecik hikâyesi Der Zwang tam da Doktor gibi bir savaşa katılması gereken bir adam üzerine. Ama ne bu savaşla bir alakası var Ferdinand’ın ne de karısını ve tuvallerini bırakıp cepheye gitmek istiyor o.

Peki neden Ferdinand bir kaçak değil gözümüzde? Çünkü kendi toprağında oturup gelenleri püskürtmeyi beklemekle hiç bilmediğin topraklarda insan öldürmek çok farklı şeyler. Dünya savaşları bu yüzden kahramanca gelmiyor. Ortada beni ilgilendiren bir durum yok deyip sıvışmayı çok istiyorsunuz, çünkü akıllısınız. Ama sizin kadar akıllı olmayan bazıları çoktan sıkılaşmış olan bu düğüme katılmayı çok istiyorlar. Kahraman olma ya da ülkesini tatmin etme uğruna eline silah almaya karar vermiş tüm insanlar bunu bir noktada zombice yapıyorlar. Düşünmeden. Sürüklenerek. Yıllarca süregelen anlamsız bir kan davası gibi.

Oysa Ferdinand evinde oturup resim yapmaya devam etmek istiyor, neden gidip dilini bile bilmediği birini durduk yere öldürsün? Eline ne geçecek ki, karısıyla yaşayıp gitmek çok daha zekice. Ferdinand’ı devlet dairelerinde askere gitmemek için beklediği sıraları, döktüğü dilleri ve işittiği tüm hor görmeleri okurken sizin de içiniz acıyor. Ama Ferdinand’ın 1. Dünya Savaşı’na katılmak için hiçbir sebebi yok ki elinde, nasıl savaşçı olsun?

Bir de bu dünya savaşının büyük ölçeklisini, devasa boyutta bir kopyasını, bu kopyanın korkunçluğunu aklınıza getirin. Öyle ki, kan kokusu Avrupa’ya değil, tüm evrene yayılmış olsun. Kaçacak bir yer yok. Stefan Zweig da intihar mektubunda Avrupa’nın nasıl kendi kendini imha ettiğinden bahsediyordu. Aynı şey tüm evrene oluyor bu sefer. Doktor her ne kadar savaştan uzak durmak istese de, kitap okumak, satranç oynamak, örgü örmek ve yere çakılmak üzere olan gemilerden insan kurtarmak istese de kaçabileceği bir yer yok. Ve Doktor kimliğini arkasında bırakması için elinde çok kolay bir yol tutuyor. Eninde sonunda o kadehi ağzına götürüyor tabii ki.

Artık gerçekten de bir şifacı değil, bir savaşçı Doktor. Öbür yanda Ferdinand’ın neyse ki bir içecekle savaşçıya dönme fırsatı yok. Çünkü sırtına yüklenen tüm ölüler ve savaşın ağırlığı ile Ferdinand bunu yapabilseydi, gerçekten de çabucak bir trene atlayıp cepheye koşardı. Eline kâğıt tutuşturup ‘lütfen en kısa sürede birliğinize katılın’ dedikleri anda Ferdinand savaşa katılırdı. Çünkü savaş çok büyük, ona da sıçrayacak. Ayrıca ortada bir mahalle baskısı var, sonuçta bütün dünya savaşları bir dünya baskısını da beraberinde getirir. Bir Savaşçı olabilmek kolay olsaydı, mesela bir içecek içivermek kadar, hepimiz bunu yapardık. Koşullara uyum sağlamış olurduk en azından. Mecburiyet kolaylaşırdı.

Dünya Ferdinand’dan ve Doktor’dan bir savaşçı, bir canavar istedi. Birinin şartları elverişliydi ve gerçekten tek yudumda dönüşümünü gerçekleştirdi. Ama Ferdinand için canavara dönüşmek öyle kolay bir seçenek değildi, olmadı işte. Fedinand daha şanslıydı, karısı onu tutup ‘‘Özgürsün sen!’’ diye bağırıyordu çünkü. Ferdinand şanslıydı, elinde onu hemen savaşçı yapacak içecek yoktu çünkü.

Hiçbirimizin bizi savaşçı yapacak içeceği yudumlamaması dileğiyle…

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

1 Comment

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.