Gün geçmiyor ki yeni bir çizgi roman adaptasyonu televizyonlarda (ya da, bizim durumumuzda, bilgisayarlarda) boy göstermesin. Bu işlerin tuttuğunu gören kanal sahipleri ne kadar çizgi roman varsa ekrana taşımadan rahat edecek gibi durmuyorlar. E biz de madem böyle bir durum var; yeni de bir dizi çıkmış, bir esamesini alalım dedik.

Dizimiz iZombie; DC Comics’in Vertigo alt-markasıyla yayınladığı aynı isimli çizgi romandan esinlenerek çekilmiş. Bilmeyenler için Vertigo, ana DC Universe dışında olan, genelde daha farklı konuların işlendiği bir alt-marka, etiket. Bir nevi Marvel’ın Icon’u gibi ama biraz daha karanlık versiyonu. Telltale’in “Wolf Among Us” oyunu da yine bu alt-markayla çıkan Fables baz alınarak yapılmıştı.

iZombie 1

Esinlenmek derken, diziyi izledikten sonra merak edip çizgi romanın birkaç sayısına göz gezdirdim, sadece ana temayı kullanmışlar gibi görünüyor. Baş karakterin mesleğinden, ortaklarına kadar pek bir benzer taraf göremedim. Yani çizgi romanı çok sevdiyseniz, beklentileriniz karşılanmayabilir. Diziyi sevip çizgi roman iyi mi diyenler için de, beni çok sarmadığını söyleyebilirim. Çizim olarak eski usül DC tarzında olması, konunun biraz temposuz olması falan eserin beni açmamasına sebep oldu. Belki Image‘ın bağımsız işlerini sevenlere hitap edebilir.

Diziye dönelim. Konudan bahsetmek gerekirse, baş karakterimiz tıp öğrencisi Liv “akla ilk gelen kelime oyununu yapalım” Moore, hem kariyerinde hem özel hayatında mutlu mesut bir hayat sürmektedir. Sonra bir gün bir partiye katılır, olaylar kontrolden çıkar ve kendisini zombiye dönüşmüş olarak bulur. Fakat tabi aklını kaybetmiş bir zombiden değil, soluk tenli, açık saçlı, beyin yemek isteyen ama onun dışında hayatını normal bir şekilde sürdürebilen bir zombiden bahsediyoruz. Bir de tabi beynini yediği kişilerin ölmeden önceki anılarını görmesi, kişiliklerine bürünmesi durumu var.

iZombie 3

 

Liv olaydan sonra işini, nişanlısını falan bırakıp beyinlere daha kolay ulaşabileceği bir polis morgunda çalışmaya başlar. Buradaki patronu Ravi olayı öğrenince hiç yadırgamaz, bilakis konudan etkilenir ve kendisine yardım etmeye çalışır. Bir de bu yediği beyinlerden gelen görüleri kullanıp cinayetleri falan çözmeye karar verir, bu noktada Liv’in medyum olduğuna inandırılan Dedektif Clive kendisine yardımcı olur. Şimdi ben böyle yazıyla sıralayınca, biraz saçma gözüküyor; ama dizi bunları size sunarken sırıttırmamayı başarıyor.

Peki konuyu geçtik, dizi nasıl? Şu ana kadar üç bölüm yayınlandı. Klasik haftanın olayı + arka plan hikayesi formatı üzerinden gitmekle beraber, aynı kanalın diğer çizgi roman dizilerinden farklı olarak aksiyon değil duygu odaklı bir yapısı var. Açıkçası diziyi tanımlayan en ideal tabir ilginç gibi duruyor şu an için. Uçuk konuya göre işlenişi son derece başarılı. Ama arka plan hikayesi biraz fazla arkada kalıyor, dolayısıyla hemen diğer bölümü izleyeyim olmuyorsunuz.

Belki ilk bölümler için ana karaktere odaklanmayı tercih etmiş olabilirler. Dizi, referanslar ve espriler hariç “Ben zombi dizisiyim” diye bas bas bağırmıyor, ki bu artı puan. İzlemedim, o yüzden bilmiyorum ama gördüğüm yorumlardan “Veronica Mars’ın zombilisi” tabirini çok okudum, ki zaten aynı prodüktöre sahipler. Liv’i oynayan Rose McIver şirin görünüşüne zıt olan donuk performansıyla aslında bir zombiden beklentilerimizi karşılıyor.

Pilot

 

Yan rollerden ise Ravi’yi oynayan Rahul Kohli’yi beğendim. Kendisi tip olarak Dev Patel’e benziyor ve dizinin mizah unsuru olarak öne çıkıyor; her ne kadar ekran süresi biraz az olsa da. Dedektifi oynayan Malcolm Goodwin ise “eh”lik bir performans gösterdi şimdiye kadar. Ama dizinin benim için asıl olayı Heroes’dan beri görmediğim David Anders’ın (Heroes’daki Adam Monroe oluyor kendisi) dizinin ana kötüsü görünümündeki zombi Blaine DeBeers rolünü üstlenmiş olması. Şu an dizinin arka plan, merak unsuru hikayesi kendisi üzerinden gidiyor.

Peki, izleyelim mi, napalım? Valla çok büyük bir beklentiyle başlamayın. Sonuçta klasik bir formatın yeni bir ortamda denenmesi söz konusu. Hayat değiştirici bir durumu yok. Ama sizde benim gibi, bütün dizilerinizle haftalık takip noktasına gelmiş durumdaysanız, izleyecek bir şeyiniz yoksa keyifli 40 dakikalar sizi bekler. Hani böyle severek izlediğiniz ama neden sevdiğinizi bilmediğiniz Castle gibi diziler vardır ya? Bu dizi o listeye aday gibi görünüyor. Zaten şu an için 13 bölümlük anlaşması var, dolayısıyla hayatınızdan çok uzun bir zaman da almayacaktır.

PS: Bu diziyi bölüm bölüm inceleme gibi bir planımız yok, sonra “Neden her bölüm incelenmiyor, DC dizisi olduğu için mi?” gibi gerginlikler olmasın. Belki sezon finaline kadar yükselerek giderse sezon değerlendirmesi yaparım/yaparız/yapılır. Ama şimdilik, ilk intibayla yetinelim.

Author

A Man Who Walks Alone... @tutkutuzlu

6 Comments

    • Can Sungur Reply

      Abdülkadir çok iyi fark etmişsin, ben de şahitim bu Geekyapar Marvel’dan çanta çanta para alıyor, DC’yi görmezden gelsin diye… Bunlar satılmış, bunlar kokuşmuş, bunlar var ya, ırz düşmanı bunlar. Fak yu Geekyapar!

    • Berkcan Zülfikar Reply

      Ondan ziyade; artık anladım ki yazarlar (biri hariç ona <3) normal-üstü konular yerine ajan-detektif temalı işleri daha çok seviyorlar. O yüzden DC dizileri çok sarmıyor onları..

  1. HulkTheBarman Reply

    izlemenizi tavsiye ederim çok farklı bir o kadar da sırandan bir yapım çerezlik dizi olarak iyi gider

  2. Enki Bircan Reply

    Ben “severek izlediğiniz ama neden sevdiğinizi bilmediğiniz Castle gibi diziler ” tarzını çok severim, ve bu sene İZombie de dahil olmak üzere böyle 4 dizi başladı, en sevdiğim dizilerden ikisinin bittiği bir yıl için şimdilik iyi başladık 🙂

  3. Onur Ayanoğlu Reply

    Benim hoşuma gitti özellikle baş karakter Liv çok sempatik geldi nedense. Aslında hiçbirşey beklemiyordum diziden azda olsa beklentimi aştı çok über birşey değil ama zaten 40 dakikalık 13 bölümlük kısa bir seri çerezlik yani.

Onur Ayanoğlu için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.