Hindistanlı bir yazar olan Gayatri Chakravorty Spivak’ın “Madun Konuşabilir Mi?” isimli makalesini, lisansın birinci döneminde yazı yazma dersi için okuduğumdan beri unutamıyorum. Tam olarak az önce eski yazı taslaklarımı yeniden okurken bir kez daha tak diye indi, düştü kafama. Ben de dedim ki, “Neden bu makale hakkında doğru düzgün hiçbir şey yazmadım ki?”

Makalenin kendisinin burada açıklayabilmem için fazlaca uzun ve kapsamlı olduğunu itiraf etmeliyim, dolayısıyla benim burada bahsedeceklerim yalnızca kaba bir özet ve hissiyatlar bütünü olacak. Makalenin hakkını verebileceğimi kesinlikle düşünmüyorum, eğer merak ediyorsanız (ve lütfen) bir defa kendiniz okuyun derim. Spivak’ın kafamdan çıkmayan düşüncelerini kısa bir özet geçmiş olacağım, hepsi bu.

Her şeyden önce “madun” kelimesine bir göz atabiliriz diye düşünüyorum. Bu yazının asıl ismi “Can the subaltern speak?”, dolayısıyla “madun” kelimesi de “subaltern” kelimesinin Türkçe çevirisi olarak karşımıza çıkıyor. Bu çeviriyi ben yapmadım, eksik olduğunu da düşünmüyor değilim ama “subaltern” kelimesini başka türlü nasıl anlatırım bilemedim. TDK, “Madun” kelimesini kısaca “alt” olarak tanımlamış fakat Spivak’ın kastettiği “alt” bu kadar genel bir tabir değil. “Sub” Latince “alt” demek oluyor, “altern” da “öteki” manasına geliyor. Ötekileştirilmiş bir kesimden bahsediyoruz, altın da altından bahsediyoruz esasında. Ötekileştirilmiş bir Doğu toplumunun, ötekileştirilmiş insanlarından bahsediyoruz. Spivak, spesifik olarak Hindistanlı kadınlardan bahsederken kullanıyor bu kelimeyi.

Daha en baştan madunun bir sesi olmadığını, “Beyaz erkekler, kahverengi kadınları kahverengi erkeklerden kurtarıyor,” diyerek gözler önüne seriyor aslında. “Konuşmak” için kullanmaları gereken dil, “beyaz” ve “erkek” bir dil. Bu dil, Hindistanlı kadınlara ait değil. Madun, konuştuğu zaman kendi sesini veremeyecek, beyaz erkeklerin yeniden yarattığı bir dil mevcut sonuçta. Kendi sesi yok.

Spivak, en başta dediği şeyi daha iyi anlatabilmek için “Sati intiharı” adı verilen bir pratikten örnek veriyor. Şöyle ki, “Sati intiharı” adı verilen bir geleneğe göre Hindistanlı kadınlar ölen kocalarının ardından kendilerini de kocalarının cesetlerinin yakıldığı ateşin üzerine atarak ne denli sadık ve “iyi” eşler olduklarını gösterirler. Bu gelenek halkın kendi kendine uydurduğu bir gelenek değil, Dharmasastra ismindeki bir dini metinden gelen bir gelenektir. Dolayısıyla, “Sati intiharı” geleneğini genelden ziyade dini bir bağlamda ele almak çok daha doğru olacaktır. Daha önceden yalnızca kocaları üzerinden var edilen kadınlar, “iyi kadın” olabilmek için yalnızca kendilerini yine kocaları için feda etmek zorundalar yani. Madun, belki de ses çıkartabilir. Madun, “iyi” olabilir, “sadık” olabilir. Fakat bunu ancak ve ancak kendi sesini kaybetmek şartıyla yapabilir. Bu nedenle, madun konuşamaz. Onun sesi, sessizliğidir.

Peki “Beyaz erkeklerin” bu konuyla ne ilgisi var? Açıklayalım: Bu intihar geleneğini kaldıranlar, İngilizler oluyor. İngiliz sömürgeciler, bu pratiği “barbarca” buldukları bahanesiyle Hindistan’a geldiklerinde bu pratiği komple kaldırıyorlar. İngiltere, Sati kavramını dini bağlamından da çıkartıyor, Hindistan’da yaşayan kadınlara bir “kurtarıcı” olarak gösteriyor kendini. Onların pratiklerini ötekileştirerek, barbarca olduğunu söyleyerek aslında kendilerini yüceltip medeni kılıyorlar. İngiliz sömürgecilerin bu Sati intiharı “ibadetini” nasıl manipüle ettiklerinden bahsediyor aslında Spivak.

Sati geleneğinin, hatta Sati kadınının Doğu ve Batı emperyalizmi arasında adeta bir savaş meydanına dönüştüğünü söylüyor Spivak. Dini bir gelenek olan Sati’yi yasakladıklarında İngilizler, Hindistan kültürüne yerleşmiş önemli bir ibadeti kriminalize etmiş oluyorlar. Böylece Sati üzerine yazılan yazılar, batılı perspektifinden bakılmış, batılılar tarafından yeniden üretilmiş bir dil ile yazılmış oluyor. Yalnızca batının “medeniliğini” ve doğunun “barbarlığını” gösterirken de değil, esasında bir dini ritüel olan Sati, kimin işine nasıl gelirse o şekilde yeniden üretiliyor. Bazen kadınlar, böylesine bir ateşin üzerine kendilerini atabildikleri için cesur kahramanlar olarak bazen de yine aynı kadınlar kendi iradeleri dışında ateşe atılmış zavallıcıklar olarak yeniden yazılıyorlar (kaynak). Madunun sesi yok çünkü o ses artık beyaz erkeklerin sesleri.

Madunun konuşamayacağının bir diğer örneği olarak da Bhubaneswari Bhaduri’nin örneğini veriyor Spivak. Bhubenaswari Bhaduri, politik bir intiharın öznesi olan genç bir kız. Kendisine verilen siyasi bir suikast görevini yerine getiremeyince intiharı seçer ve intihar edebilmek için de adet olana kadar bekler zira intiharının “evlilik dışı ilişki” gibi bir bahane ile kenara atılacağının farkındadır. Nitekim öyle de olur, intiharı esnasında adet görüyor olmasına rağmen ailesi bu intiharın üzerini “evlilik dışı ilişki” bahanesiyle kapatır, geçer. Bhubenaswari Bhaduri’nin sesi bir kez daha belli ait olduğu toplumda belirlenen cinsiyet çizgileri içinde yeniden yazılmıştır. Madun konuşamaz.

Her ne kadar feminizme yaklaşımları çok farklı çerçevelerden olsa da (biri sömürgecilik sonrası dönemde sömürülen bir ülkeden bakan bir kadın iken diğeri İngiltere’de ötekileştirilmiş hisseden başka bir kadın) lanet olası bir İngiliz edebiyatçısı olarak Spivak’ın yazısını Virginia Woolf’un argümanlarına benzetmekten geri duramıyorum. İkisi de kadına bir ses vermekten bahsediyor. İkisi de kadının kendini tek başına var edebilmesinin zorluklarından ve hatta imkansızlığından dem vuruyor. Biraz üzücüdür ki durum hem sömürgecilik sonrası Hindistan’da hem de yirminci yüzyıl İngiltere’sinde birbirine benziyor.

Woolf, dünyasında bir kadın olarak tek başına var olmak istediğinde bu isteği sürekli erkekler tarafından kesintiye uğruyor. Woolf’un dünyasında erkekler kaliteli bir eğitim alabiliyor, kadınlar ise onlardan aşağıda olmak durumunda. Spivak’ın gerçekliğinde, alt sınıf olarak hem kadın hem de erkek varken kadın erkekten daha da aşağıda bir durumda. İkisinde de kadının sesi yok, var oluşu tek başına kabul edilmiyor.

Dediğim gibi, yedi yüz kelimelik şu kısacık yazıda koskoca makalenin hakkını verdiğimi kesinlikle düşünmüyorum lakin biraz da olsun bahsedebilmek beni rahatlattı gibi. Spivak’tan bahsederken konuyu Woolf’a getirmiş olmama kızarsanız da hakkınızdır fakat ben bu benzerliği göz ardı edemiyorum. Sonuçta, kendine ait bir odadan bahsederken Woolf da kadınların yalnız olarak var olabilmesinden bahsediyor, değil mi? Benden bugünlük bu kadar, çok yakında bu kadar iç karartıcı olmayan yazılarımla karşınıza çıkacağım umarım. Spivak’ın yazısını okumanızı bir kez daha öneriyor, kayboluyorum şimdi. Hadi görüşürüz.

Author

Batı Edebiyatları okur, kedi sever. Bir de buralarda yazıp çizer. @mightbeyagmur

1 Comment

  1. ben nedense Spivak ve Woolf mücadelesini birbirine benzetemedim. Woolf sadece kendi ülkesindeki ataerkil düşünce ile uğraşırken, Spivak hem sömürge zihniyeti ile hem de kendi toplumundaki bakış açıları ile uğraşmak zorunda kaldı. Sadece ikisi de aynı amaç için kadınlar için seslerini yükselttiler .

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.