Bazı kitaplarla bir karakterin hayatına, gelişimine ortak oluruz. Bazen bu karakter bir sanatçıya dönüşme çabası içinde de olabilir. Bu da çoğu zaman yazarın kendi yolculuğunun bir yansımasıdır aslında, değil mi? Yazarın kendisi başından neler geçirdi, ne zorluklarla cebelleşti ve ne gibi şeylerde teselli buldu, hepsi üstü örtülü şekilde başka bir karakterin başından geçer. Böyle kitapları okuması başlı başına zevklidir ama aynı kitaptan yazarın oto-biyografisini kazımaya çalışmak da ilgi çekicidir, bir bakarsınız arkeologa dönmüşsünüz.

Martin Eden, böyle bir kitap. Martin Eden, kalın bir kitap. Martin Eden, Jack London’ın hayatından çok fazla iz taşıyan bir kitap. Jack London’ın, pardon yani Martin Eden’ın hayatı da bir okuyucu olarak gözlemlerken hayrete düşeceğimiz çok şey içeriyor. Bunlardan bahsetmeye, Jack London’ın hayatıyla paralellikler bulmaya ve en çok da analiz yapmaya ne dersiniz peki?

‘Kişisel Gelişim Romanı’

Şimdi Martin Eden’a piyasadaki karşılığı ile kişisel gelişim romanı diyemeyiz tabii ki, ne büyük haksızlık olur! Ama içinde oldukça gelişen bir kişi olduğunu kitabın arka kapağına bakarak bile söyleyebiliriz. Sonuçta bu Martin’in kalas gibi bir heriften rafine bir yazara dönüşümünün hikâyesi. Künstlerroman türünün bir örneği olarak elbette yazarlıkla ilgili detaylara, Martin’in okuduğu tüm şair ve filozoflarla ilgili derin bilgiye erişiyoruz. Ama bu roman böyle bir kişisel gelişim örneği olarak lanse edilmemeli. Asıl önemli olan Martin’in biraz felsefe biraz sosyoloji biraz da siyaset öğrenmesi ve buna tanıklık edişimiz değil. Tüm bunlarla ne yaptığı. Çünkü okuduğu kitaplar onu iyi bir yazar yapmadı, etrafında olup bitenlere duyarlı yaptı. Gözlerini açtı. Ama günün sonunda Martin aynı yere döndü. Biz Martin ile felsefe ve edebiyat öğrenmiyoruz. Biz Martin ile insan okumayı öğreniyoruz.

Küçük Burjuva, İkiyüzlülük, Köle Ahlakı ve Niceleri…

Wanderer Above the Sea of Fog – Caspar David Friedrich

En çok hoşuma giden kısmı sanırım Martin Eden’ın düşüncelerinin bir çember çizmesi. Ya da bir çember olmasa bile en azından bir U dönüşü yapması. Üç aşamalı bir döngüydü dönüştü bu, önceleri işçi sınıfını seviyor ve üst sınıfları da kendisini alakadar etmeyen ve yaşam tarzları ilgisini çekmeyen olarak görüyordu. Sonuçta nerede doğmuşsa oradaydı işte, işçiydi. Ama sonra bu görüşü değişti. Ruth’u görmüştü artık! Artık kendi sınıfından çıktığı kızlar cahil ve kaba saba geliyordu ona. Kendi hayatı ne kadar boş ve sevimsizdi! Oysa Ruth öyle miydi? Ruth, Ruth’un ailesi, çevrelerindeki tüm burjuvalar, doktorlar, profesörler, günlerini şiir ve piyano dinletisi ile geçiren herkes mükemmeldi. Martin Eden da onlardan biri olmak isterdi. Onlar ince düşünceli ve keskin zekâlı harika insanlardı. Bugüne kadar sadece ayak takımı olmakla yetinmek çok aptalcaydı. Neden onlara dâhil olamıyordu ki?

Martin Eden’ın hesaba katmadığı şey onların orada, yüksekte, Olimpos’un zirvesinde oturmalarının sebebinin para olmasıydı. Paraları vardı, bu yüzden de elleri nasırlaşmamıştı. Paraları vardı ve kitap okuyup müzik dinletisi yapmak bu yüzden tabiatlarındaydı. Ama Martin aynı seviyeye sadece iyi niyet ve bilgi birikimi ile çıkmaya çalıştığında işler tahmin ettiği gibi gitmedi tabii. Onlardan biri olmanın yolu onların okuduğu kitapları okumaktan geçmiyordu, asla yeterli değildi bu. Nitekim ciddi paralar kazanıncaya dek Martin onların gözünde boş hayaller kurmuş dünkü oğlandı hâlâ.

Peki, para kazanmaya başlayınca ve kabul görünce ne hissedecekti Martin? Artık onların seviyesine ulaşıp aralarına karışınca bir şeyler çakıyor tabii. Onu sofralarına davet eden herkesin ikiyüzlülüğünü görüyor. Bir anda başa dönüyor Martin. İlk gün hissettikleri ile aynı pencereden bakmamasına rağmen yine aynı manzarayı görüyor: Ayak takımı arkadaşları en azından içten ve iyi kalpliydi, bu küçük burjuvalar ise ikiyüzlü ve kalpsiz. Eski arkadaşlarına en başta duyduğu güven haklıydı ve belki de bu seviyelere gelmemeliydi. Tıpkı arkadaşı Brissenden’ın dediği gibi, yerler oğlum Martin seni burada, kaç kurtar kendini.

Sonuçta Ruth ve çevresi okuyup yazıyordu, çünkü paraları vardı, başka ne yapsınlar? Eh, Martin ve çevresi de okumuyor ve yazmıyor, çünkü paraları yok, başka ne yapsınlar? Çok nazik ve üst düzey entelektüel grubu, Martin’in deyimiyle aslında bayağı bayağı ‘kalın kafalı, andaval, yüzeysel, dogmatik ve cahil’di. ‘Artık yüce falan değildiler.’ Nietzsche’nin deyimiyle de anca köle ahlaklı olurlardı işte. İlk bakışta efendi ahlaklı görünseler bile aslında sığ bir değerler sistemleri vardı ve bunun arkasına da açgözlülük ve ‘Daha çok! Daha çok!’ diye çığlıklarını gizlemişlerdi. Muhtemelen Jack London da ruhban görünümlü yırtıcılardan çok çekmiştir, ne diyebilirim ki?

Arada Kalanlar

Ama bu alçak ile yükseğin, proletarya ile burjuvazinin çekişmesinde yer almayan bir karakter var. Martin’e gerçek pisliği gösteren biri. Bence kitaba girdiği andan çıktığı ana kadar müthiş sorular sorduran ve eksantrik kişiliğiyle ağzı açık bırakan Brissenden.

Yalan yok, Brissenden da zengin biri. Ama sığ biri değil  ve küçük burjuvayla hiç alakası yok adamın. Bir kere, ölüyor yavaş yavaş. İkincisi, sanat sanat içindir diyor hem de öyle bir derecedeki kendisi yazdıklarını yayımlatmıyor bile. Üçüncüsü, hayat felsefesi aşağı yukarı şöyle: deneyim, deneyim, deneyim… Elimizde ölmek üzere olan, hazır imkanı varken de acıdan hazza her şeyi deneyimlemek isteyen biri var. Değer sistemi diye bir şeyi yok. Ona göre şiir yazılacaksa bir anlık bir telaşla yazılır, arkadaşının suratına fırlatılır ve konu kapanır. Onun için felsefe yapılacaksa San Francisco’nun arka sokaklarında hararetle küfürleşerek yapılır. Bu da onu Martin’in tiksinmeye başladığı o yüksek zümreden apayrı kılıyor tabii, bir yandan da Martin’in menşei olduğu alçak zümre ile de alakası yok. Kendisi ortada dikilen ve sadece sanatını, felsefesini yapıp çekilen adam. Ayrıca hakikaten Martin’in ihtiyacı olan biri. İkisi de hiçbir kalıba sığmıyor ve ortada dikiliyorlar çünkü.

Jack London Brissenden’ı arkadaşı George Sterling’den ilham alarak yazıyor. Yükselişteki her yazarın birlikte garip maceralara koşacağı bir çılgın arkadaşa ihtiyacı varmış demek ki. Çünkü böyle arada kalınca insan ne yapacağını şaşırıyor.

Son Durak Eşittir İlk Durak… Gibi.

Şimdi burada Martin’in son hali ile ilgili pek çok tartışmaya girebiliriz. İki arada bir derede mi kalıyor yoksa tamamen yeni bir sınıf mı açıyor kendisine? Çok uzun zaman önce Martin Eden’ı okumuş ve çok kısa bir zaman önce ‘liminal mekan’ kavramını öğrenmiş biri olarak bu yazıya oturduğumda elbette ikisi arasında ilişki kurmaya çalıştım. Ama sanıyorum ki Martin en sonunda liminal bir mekanda değil. Liminal mekan demek eşikte olmak demek ve yüzeysel olarak anlatırsam tıpkı yeni bir okula başlayacağınız sırada hissettiğiniz boşlukta olma hissi gibi bir şey. Yolun başlarındayken Martin liminal bir mekandaydı evet, bu eşikte olma hissinin mutluluğu, heyecanı üzerindeydi. Çünkü hedefi belliydi: Ruth ve ailesi gibi bir sınıfa dahil olmak istiyordu, o yönde ilerliyordu.

Ama Martin’in dilinden anlatayım, felsefe, bilim ve edebiyat denizine bir dalındı mı artık yelkenlerine söz geçirilemiyor ki. Yolda öyle garip şeyler görüyor ki, öyle şeyler yaşıyor ki eninde sonunda karaya vardığında ve gerçekten Ruth ve ailesi için kabul edilebilir olduğunda hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Bakın, Brissenden ile gezip dolaşırken, bir yandan da teredütte bile olsa Ruth gibi bir hedefi varken liminal bir mekanda olduğunu söyleyebiliriz.

Ama o koca deryayı, kitapları ve editörlerden gelen mektuplar adı altındaki sert kayalıkları aşınca ve karaya çıktığında bir şeyler değişiyor. Bir şeyler eksik, bir şeyler fazla geliyor. Aslında uzaktan gördüğü kadarıyla o şık ve sofistike akşamlar, ona rezil gelmeye başlıyor. Öncesinde bireyciliği savunuyor ve toplumculuğu yeriyordu ama en sonunda düşünceleri değişiyor. Tabii burada can alıcı olan kendisinin hep sosyalizmle suçlanması, küçük görülmesi ve fikirlerinin yanlış anlaşılması. Çünkü Martin zaten hiçbir zaman kapitalist filan değildi, parası da yoktu, fikirleri ve bireyciliği Nietzsche ve Herbert Spencer’dan etkilenmişti sadece. Hırslı ya da çirkin bir bağnazlığı yoktu, bu da onu Ruth’un ailesi gibilerden yapmaya yetmiyordu. Martin tam da onlar düşündüğünü söylese bile hem de!

Eninde sonunda çevresindekilerin gerçek yüzlerini görünce elbette kendi organik bireyciliğinden bile vazgeçti Martin. Çünkü başka ne yapabilir ki? Başta kendisinin olduğu durumda olan işçi sınıfından değil, onların kitaplarla arası yok. Ruth’un ailesi gibi olamaz çünkü ne koyu bir liberal ne de doğuştan zengin. Yeraltı örgütlerinde felsefe tartışan işçi sınıfı ayrı bir alem, ama onlardan biri de değil çünkü fikirleri hiç uyuşmuyordu. Martin Eden ne yapsın? Martin Eden nereye gitsin şimdi? Zirveye ulaşmadığı ortada. Zirve dediğimiz yer akbabalara ait. Geri gidemeyeceği de belli, denize bile dönemez ki artık, bir daha ağır iş yapamaz. Ama bir yandan da düşünceleri başladığı zamanla uyuşuyor. Bir U çizdi Martin, belki başa dönmedi fikirleri ama baştaki fikirleri ile paralel.

Yepyeni bir sınıf icat edince, eşiği geçip çok başka bir yere varınca ve yalnız kalınca ne yapar insan?Lombozundan başını uzatıp önündeki muğlaklık denizine bakabilir pekâlâ.

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

2 Comments

  1. Şimdiden kitapla alakasız şeyler yazdıysam kusura bakmayın benim bu kadar fanı olan bir siteye bunları yazmam bile mucize ama kim olduğum ortaya çıkmamasına güvenerek kalkıştım 🙂 ben bu kitabı okurken yaşadıklarım yazdıklarımdan daha fazlaydı. Bütün yaşadıklarım gözümün önünden geçerdi o yüzden çok yavaş okurdum. Jack London’ın bütün kitaplarını okumayı hala bitiremedim çünkü kıyamıyorum. Okursam da yavaş yavaş okuyorum. Yediğim şekerin en güzel tadı olanını en sona ayırmak ve ağzıma atınca da çiğneyip yutmak yerine ağzında bekletmek gibi.

    Martin Eden yüzünden Jack London benim en sevdiğim yazar oldu. 16 yaşımdan beri çalışıyorum çünkü babam yok ve annem beni sevmeyen bir adamla evlenirken bana dedi ki umrumda değilsin istersen bundan sonra benimle görüşmeye bilirsin. Babam olmadığı için yetim aylığı bağlandı fakat dava sürecinde bir evin üçte ikisi kadarlık bir parayı annem banka memuruyla konuşarak kendi hesabına havale ettirmiş ben bunu 21 yaşımda öğrendim. Reşit olmadığım için yapabilmiş ve benim o paraya ihtiyacım olduğunda(beni annem Ankaraya çağırınca üniversite okumam gerektiği zaman) bana dedi ki ben seni besledim benim evimde kaldın o paraları ona say benim sana verecek bir şeyim yok dedi. Ben anne sütünü bile reddetmişim küçükken üzerimde o kadar hakkı yoktur. Ben de bunun üzerine İstanbul’a taşınmıştım. Orada bir üniversiteye kaydım vardı fakat İstanbul’da tek başına üniversite öğrencisi olmayan birisi ne kadar dayabilirdi. Ben de üniversiteyi sallayıp çalışmaya ağırlık verdim. Ve bu benim çalışmaktan fırsat bulup girebildiğim ilk okuldu. Sonra oradayken beni aradı buraya gel özledim seni dedi ben de üniversite okumak istiyorum oraya gelirsem devam edemem dedim bu saatten sonra devlet yetişmez dedim, o da ben özele gönderirim sen gel dedi(amacım bunu dedirtmekti ama bunu dedirtirken onun nasıl birisi olduğunu unutmuştum). Gittiğimde özel üniversite yazdım kayıt zamanı gelince bana kredi çek çalış kendin öde dedi. Ben de artık geldiğim için tamam dedim. Sabah 9 da okula oradan 14.00 de işe gidiyorum gece 3te evde olabiliyorum. Baktım olacak gibi değil yine bıraktım okulu. Bundan sonra bağımsızlığımı sürdürebilmek için araba, ev aldım yıllarca günde 14 saat çalışarak bunları ödedim. Bu süreçte eve yemek masrafı çıkmasın diye garsonluk yaptığım yerde insanların artıklarını yiyordum müdür daha ilk gün demişti bana artık yemeyen adam garsonluk yapamaz diye. Zaten hayatını geçindirmek için çalışmak zorunda olan garsonlar böyle çalışır şimdi etrafınızda gördüğün yerler de böyle çalışan çok insan yok. Ben o zamanlardaki asgari ücretin 4,5 katı kadar kazanıyor ve sadece elime bunun neredeyse onda biri anca kalıyordu günde 5 saat belki uyuyordum. Çalışırken dinlene bilmek için tuvalete sadece oturup dinlenebilmek için gittiğimi bilirim ya da üşüttüğüm hastalandığım halde doktor yarım saat serum takar yarım saatte dinlenirim ve işime devam ederdim çünkü çalışmazsanız para verilmez sigortasızlık böyledir. (Bu kısımları açıklamam gerekiyordu çünkü kimse benim yaşlarımda bu iki şeye sahip olamıyor ya da tercih etmiyor kafanızı sokamayacağınız güvendiğiniz bir ev olmadığında işler değişir iyi maaşa sahip olmayanların bile kafalarını sokacakları iyi kötü bir yer vardır bu durumda ya varoş olup sokakta yaşarsınız ki böyle olmam da gerekti ya da en azından önce kötü durumdaki insanlarla aynı seviyeye gelmeniz gerekir. Kira vermenin de akıllıca olduğunu düşünmüyordum biraz daha fazlasıyla kredi ödeyebiliyorsunuz eğer yemek yemezseniz 🙂 neyse ben önce barınma sonra her işe gidebilmek ve daha fazla çalışabilmek ihtiyacımı kestirip arabayı almıştım). Kimse de bana destek çıkmadı elimden tutmadı sizin o herkes bir yana anne bir yananız beni ilk ve en çok bıçaklayan kişiydi. Neyse biraz da üstüne biriktirdim. Fakat artık bu yaşlarda(25) iş görüşmelerinde ve girdiğim işlerde insanların okul bitirmememe karşı olan tavırları beni rahatsız etmeye başladı. İyi bir görünüme sahip olmama rağmen tanıştıktan sonra kızlar üniversite okumadığım için hızlıca muhabbetlerini kesiyordu. Üstelik iki lafı bir araya getiremeyen insanların üniversite diplomalarıyla gezmeleri, benim okuyamamış olmam, beni rahatsız ediyordu. Ben de birikimimin tamamını (artık 26 yaşımda olduğum için o kadar yıl derslerle hiçbir alakam olmadığı için) üniversiteye girmeye harcadım ve hazırlanırken çalışmayı bile bıraktım çünkü daha önce işe gitmekten üniversiteye girecek kadar başarı elde edemiyordum zaten derslerimde hayatım boyunca zayıftı başarılı bir öğrenci değildim. Sanırım disleksim vardı ama bilmiyorduk ve daha çok sınavlarda kelimeleri bile tamamlayamadığım başka cümlelere atladığım için böyle oluyordu. Ders çalışmaya başladığım zaman tarih ve edebiyat hocalarım bana bir şeyler anlatırken anlattıkları çoğu kelimenin anlamını bilmiyordum(ne kadar bilmiyordum: kapitalizm emperyalizm ne bilmiyordum meğersem yıllardır beni bu hayata maruz bırakan şeymiş). Çünkü lise 2 den beri kitap okumamıştım(onu da sınıfta bir gün hoca haylazlık yaptığım için bana okutmak istediğinde ben kekeleyerek okudum ve bütün sınıf güldü bu da benim sadece o hafta 3 kitap bitirmeme sebep oldu bir sonrakinde kendimi kanıtlayınca saldım sanırım biraz 11 yıl oldu pek hatırlamıyorum). Gezide insanların ölümlerine duyarlılık ve ölümlerinin sebebi tüm o yaşananlar 1 haftadan fazla sürmediği için o günden beri siyasetle de işim bitmişti o yüzden siyasi terimlerden fazlasıyla uzaktım. Neyse çalıştım ve 27 yaşında Hacettepe Üniversitesini kazandım. İstediğim bir bölüme girdim. Artık 1 yıldır falan annemle de iletişim kuruyoruz ama anne oğul gibi değiliz tabi birbirini tanıyan insanların görüşmesinin ötesine geçmiyor. Hayatımın bu kısmına kadar olan kısmı aynı yaşlarda olmasakta Martin Eden’i kendime fazlasıyla yakın görmeme sebep oldu.

    Not: En kötü zamanlarımda da fırsat buldukça Bukowski okuyordum varoşluğuma iyi geliyordu kendimi kötü hissetmiyordum. Bazı insanlar hayatta öncelikleri keşfedemedikleri için sadece kendi yaşadıkları durumun ve onun gibilerin en kötüsü olduklarını düşünürler çünkü onun yaşadığı en kötüsü budur. Çok kötü koşullarda yaşayanların hayata baktıkları gibi bakamadıklarından onların davranışlarını kendilerine hakaret sayabilirler. O tutunduğunuz inançların, toplulukların aslında asıl büyük sorunun küçücük parçalarını gördüğünüzde, aslında sadece dünyaya denetlenen yeterince özgür olmayan eşitlik gelirse bu sorunların çözülebileceğini görürsünüz. Yani hem özgür olalım hem de eşit kalalım maalesef olmuyor/olmayacak. Birini seçmeniz gerekirse eşitliği seçeceğiniz garantidir. O zaman küçük topluluklarınızı savunmayı hakkında bir şeyler yapmayı birilerini linç etmeyi bırakıp eyleme geçin(bu eylem ortalıkta toplanmak gibi değil nasıl: ben açlığı bildiğim zaten istediğim yemeği yememek ne çok iyi biliyorum ama ne yalan söyleyeyim önüme koyulsa da yemek içimden gelmiyordu bu kadar düşük standartlarda yaşıyorken birisi bana o yemeğin parasını versin borcumdan biraz daha azaltayım diye düşünürdüm). Neyse açlık bildiğim için bir gün bir dönerciden döner alırken çocuğun birisi benim camdan dönerimi izliyordu dedim şuna da alsam mı sonra dedim boşver yiyordur bu. Ben karmaya inanırım o yüzden o döneri ben de yiyemedim başkasına verdim yine. Sonra çocuğu bir daha gördüm aldım ne istiyorsun dedim oraya götürdüm. Muhabbet ettim adı Samet babası hapisteymiş o da kardeşine bakmak için uğraşıyor. Ben bu çocuğu sürekli görmeye başladım ve bana aç değilim abi sağol dediği zamanda oldu.

    Benden tavsiye: bu tip şeyleri okuduğunuz zaman, duyduğunuz zaman içinizde düşüncenizde hiçbir bok olmuyor bu çok bariz herkesçe böyledir gidin onların arasına karışın vakit geçirin o zaman ne hissettiklerini anlayabilirsinirz.

Uğur için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.