Modernizm’e kadar gördüğümüz şiirlerde, anlatıcı şair değildir. Yazar, şairdir elbette, yani yazdığı şeyden elbette ki sorumludur fakat anlatıcıdan bahsederken farklı bir karakterden söz ediyor oluruz. Shakespeare’in sonelerinde örneğin, Gizemli Kadın’a haykıran kişi Shakespeare’in kendisidir diyemeyiz, “anlatıcıdır” deriz. The Love Song Of J. Alfred Prufrock şiirinde anlatıcımız TS Eliot değildir, yüksek ihtimalle Prufrock’tur. Prufrock kim peki? Bilmiyoruz.

Bahsetmeye çalıştığım şey en başta belirttiğim gibi aslında: Şair dediğimiz yaratıcının kendi zihninden çıkan şiir elbette yaratıcısının düşüncelerini içerir fakat anlatıcı bizzat o değildir, şiirler farklı bir karakterin gözünden yazılmıştır. Modernizm’e kadar, dediğimi fark etmişsinizdir. Zira New Criticism öyle hükmediyor. Fakat tam bu sırada yepyeni bir akım doğuyor ve diğer edebi akımlar arasında kendine hatırı sayılır derecede önemli bir yer açıyor: Bu akım, Gizdökümcülük.

New Criticism’in özetini az önce yaptım aslında. Bu hareket, şiirin kendi içinde, kendi kendine yaptığı göndermeleri şiiri yakından okuyarak keşfetmeyi hedefliyor. Fakat bunun yanında bu teori, şair ve anlatıcının hiçbir noktada kesişmediğini de söylüyor. Gizdökümcülük ise Amerika’da 50’ler ve 60’lar arasında yayılmaya başlayan bir edebi akım. Temsilcileri Sylvia Plath, Anne Sexton, Robert Lowell ve hatta Allen Ginsberg olan bu akım, dönemin şiir anlayışını dikte eden New Criticism’e karşı çıkıyor aslında.

Gizdökümcü şairler, ki İngilizce olarak “confessional” terimini kullanıyoruz, şiirdeki anlatıcı karakteri ortadan kaldırarak kişisel bir “ben” olarak var olurlar. Yazdıkları şiirde güttükleri retorik, adeta bir “günah çıkartma” ritüeline benzer. Eee, otobiyografik şiirler Modernizm’den önce de varlardı, Gizdökümcülük akımının farkı ne ki o halde?

Sylvia Plath

Açıklayalım. Evet, aslında özellikle Romantik şairlerden beri biz bir kişisellikten, otobiyografik özellikler taşıyan şiirlerden bahsediyoruz fakat New Criticism, bu şiirlerin -otobiyografik de olsa– öznesinin, yazarın kendisi olduğunu reddediyor. Şiiri, şairden bağımsız, kendi içinde ele alıyor. Yani bu şiirler, New Criticism’den önce çıktıkları için bir nevi New Criticism’in dikte ettiği şekilde yorumlanıyorlar. Bunların yanında Gizdökümcü şairler New Criticism’in getirdiği anlayışın kabul gördüğü bir dönemde, kendi şiirlerinin merkezinde oldukları için kendilerini, önceki otobiyografik şairlerden ayırıyorlar. Fakat bütün bunlardan daha da önemlisi şu: Gizdökümcü şairler, kendi şiirlerinde Romantik şairlerden ve onlardan önceki otobiyografik şairlerden daha tabulaşmış konuları işliyorlar. Alkol, seks, uyuşturucu, depresyon, intihar…

Bit my pretty red heart in two.
I was ten when they buried you.  
At twenty I tried to die
And get back, back, back to you.
I thought even the bones would do.

Sylvia Plath, Daddy

Dertleri neymiş peki? Hepimiz acılarla farklı şekilde başa çıkıyoruz, Gizdökümcü şairler de içinde bulundukları yüzyılın omuzlarına yükledikleri dertlerden kendilerini uzaklaştırmak için bu yolu tercih ediyorlar. Politik arka planın da etkisi çok büyük elbette. Soğuk Savaş ve nükleer silahlar gibi konuların gündem olduğu bir dönemde ev hayatı güzellemesine bir cevap niteliğinde şiirler yazıyorlar aslında. Bakın, biz evdeyiz, evimizde bile mutlu değiliz.

Gizdökümcü şairlerin bir diğer özelliği de şiirlerinin büyük ölçüde birbirlerine benzemesi. Modernist şiirlerin büyük çoğunluğu için bunu söyleriz aslında ama Gizdökümcülük işlerini okuduğunuzda eğer şairlere pek aşina değilseniz, örneğin Sexton ile Plath’in şiirlerini birbirine karıştırmanız çok normaldir. Zira bu insanlar hem Modernist, yani kafiye düzenidir, ölçüsüdür falan hak getire, hem de Gizdökümcü. Hem de aynı dersi almışlar. Ne? Açıklıyorum, dinleyin.

Bu türe, dolaylı yoldan “confessional poetry” ismini veren şair Robert Lowell, 1955 yılında Boston Üniversitesi’nde kendi şiirlerinde işlediği itirafsal temalar üzerine ders veriyor ve bu derse Plath ve Sexton da bir noktada katılıyor. Yani, Gizdökümcü şiirin en bilindik temsilcileri, aslında bir diğer Gizdökümcü olan Lowell’dan ders alıyor. Plath de bu işin cazibesine kapılınca kendi şiirlerinde bu temalara yer vermeye başlıyor. Sexton ile zaten çok yakın arkadaş, Lowell’dan da ders almış. Yine aynı dönem TS Eliot gibi bir şair var, herkesi etkiliyor. Eh, şiirlerin birbirine benzemesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Robert Lowell

My Uncle was dying at twenty-nine.
“You are behaving like children,”
said my Grandfather,
when my Uncle and Aunt left their three baby daughters,  
and sailed for Europe on a last honeymoon …  
I cowered in terror.

Robert Lowell, My Last Afternoon with Uncle Devereux Winslow

Dolaylı yoldan adını veren dedim ya, onu da kısaca bir anlatmak istiyorum. M. L. Rosenthal, “confessional” kelimesini ilk defa böyle bir şiirden bahsederken kullanan kişi. Robert Lowell’ın yazdığı Life Studies kitabının incelemesi olarak yayınlanan Poetry As Confession isimli kitabında ilk defa bu ismi kullanıyor. Yani evet, Lowell’ın kitabı sayesinde “confessional” ismi veriliyor fakat bu Rosenthal’in işi, Lowell’ın değil. Rosenthal, şairlerin yukarıda bahsettiğim anlatıcı karakterini bir maske olarak kullandığını belirtiyor ve diyor ki: “Lowell, maskeyi çıkartıyor. Anlatıcısı, tamamen kendisi”. Bu da zaten tek başına, Gizdökümcü şiirin çok önceden beri var olduğunun bir kanıtı.

Gizdökümcü olduğu söylenen diğer şairler arasında bu etiketi reddedenler de var. Yazı boyunca bazen “Confessional” bazen de “Gizdökümcü” dediğimi fark etmişsinizdir, bunun sebebi iki kelimenin de aynı anlamı vermiyor olması. “Confession” yani “itiraf” kelimesinin reddedilemez bazı dini çağrışımları var. Hani kiliseye gidilip günah çıkartılır ya, o etkinliğe “confession” deniyor. Tövbe etmek, bir şeyleri itiraf etmek, günahlarını kendi dilinle ifade etmek ve bu aktivite sonucunda bir affediliş beklemek gibi şeyleri çağrıştırdığını söylersem buna itiraz edecek pek bir kimse çıkmaz diye düşünüyorum. İşte bu yüzden bu etiketi reddediyorlar.

W.D. Snodgrass, örneğin, Joyce Carol Oates kendisini bir “confessional” olarak nitelediğinde bu terimi sevmediğini çünkü yazdıklarının ne dini şeyler olduğunu ne de itiraflarını sıraladığı bir günlük niteliğinde olduğunu belirtiyor. “Confessional” teriminin çağrışımları, kendi şiirini etkilemesin istiyor. Bunu yapan tek şair o değil, Adrienne Rich ve Elizabeth Bishop da bu etiketi reddediyor.

Anne Sexton

Gizdökümcü şiirin eleştirilen tek noktası bu değil. Bu edebi akımla beraber, “nevrotik” diyebileceğimiz şairlerin sesi yükseliyor. Bu da şiirin nevrotik olmaması gerektiğini savunan eleştirmenler için hoş olmuyor tabii. Bunun yanında, Gizdökümcülük ile beraber gelen birçok da klişe var. Şiirdeki “ben” sesinin “narsizm” olduğunu söyleyen, bu klişelerle dalga geçen, şairlerin seslerinin ve tarzlarının benzerliği üzerinden eleştiren hatırı sayıda bir kitle var.

Ben, çok seviyorum. Plath’i, Sexton’ı, Lowell’ı, Ginsberg’i, Bishop’ı, kendine “confessional” diyenleri ve bu etiketi tamamen reddetseler de şiirin öznesi olarak kendilerini koyanları, şair ile şiir arasındaki perdeyi kapatıp maskeyi indirenleri çok seviyorum. Gerçekten, şiir okumak istediğimde elim çoğunlukla bu ekibe gidiyor. Nevrotikse nevrotik, narsistse narsist. Her zaman sone okumak istemiyor insan. Belki de benim gibilerin katarsisi de bu şiirler. Kim bilebilir? Böylelikle vedamı Anne Sexton ile yapıyor, buraya kadar edebi inekliğimde benimle olduğunuz için size teşekkür ediyorum! Eylemlerimiz, devam edecektir!

Balanced there, suicides sometimes meet,  
raging at the fruit a pumped-up moon,  
leaving the bread they mistook for a kiss,
leaving the page of the book carelessly open,
something unsaid, the phone off the hook
and the love whatever it was, an infection.

Anne Sexton, Wanting To Die
Author

Batı Edebiyatları okur, kedi sever. Bir de buralarda yazıp çizer. @mightbeyagmur

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.