Bu yüzyılda artık Tutunamayanlar konuşmakta bir abes görebilirsiniz. Doğrusu çok fazla karşı da çıkmam: Calvino’nun da dediği gibi bu kitap muhtemelen ilk kez okunacak kitap değil, hep yeniden okunacak kitaptır. Klasikleri okusak bile Tutunamayanlar’ı okumayız. O kadar bayağılaşmış, sıradanlaşmış, bir klasikten öte bir kitaptır artık: popüler kültürün en sıradan tuğlalarından. Modern klasiklerin -o klişe tabirle- yapıtaşlarından. Böyle anlatınca bile bunaltıyor insanı, haksız mıyım? Sıradan bir kitap gibi duruyor, sıradan bir melankoli, sıradan bir edebiyat, bu topraklardan acıdan farklı bir şey pek çıkmadı zaten. Bunu mümkün olduğunca oryantalizme kaçmadan söylemek istiyorum ama evet, hüzünlenmeyeceğiz de ne olacak? Daha medeni olma kavgasında çakısını çıkarmış bir memleket diye aşağılayıcı bile olabiliriz, belki sorun da zaten burada.

“Aşağılığımdır, ancak aşağılık kompleksim yoktur.” diyor Selim. Tutunamayanlar’ın hüznü, bayağı bir acı çekme hali değil. Tahmin ettiğiniz şeye yaklaşmıyor ve artık nasıl olmuşsa, üç haneli baskı sayısıyla birlikte toplum belleğine nasıl kazınmışsa onun tam tersini yapıyor. “Neden böyle?” diye sormuyor hiçbir zaman. “Neden böyleyim?” diye soruyor ve işte komplekslerden travmalara ah vah ettiği her şey burada başlıyor.

Öz-nefretle kavrulmuş herkes gibi, kimse yumruk atamasın diye kendisine ilk yumruğu atıyor tüm kitap. Nurdan Gürbilek’in yorumlarını hatırlayın: “Oğuz Atay’ın önemi, yeni bir yaşantıyı —iktidarla bağları seyrelmiş, hayattan çıkarı olmayan, beceriksiz ve işlevsiz kalmış, tutunamamış aydın yaşantısını— içerden, mesafesiz, bütün duygusuyla anlatabilmesi olduğu kadar; Söz, kelimeler, nihayet edebiyat dahil bu yaşantının tutunabileceği, pozitif bir hakikate dönüşebileceği bir yer, bir an olmadığını, bunun ancak karşı çıkılan doğrularla birlikte var olabilecek bir negatiflik anı olduğunu da göstermesiydi.”

Oğuz Atay tutunamayanlara karşı pek zalim. Etrafta gördüğünüz tüm güzellemeler, tüm o melodramlar, tüm o “Bekle dedi ve gitti” ve “Acı çekiyorum Olric” türünden romantizmleri, gerçekten anlatamayacağım kadar çarpık bir fenomen. Atay ne ile dalga geçse bağlamından kopuk olarak sanki sahici bir şekilde bize bunlardan yakınmış gibi karşımıza konuluyor, bunu biraz komik buluyorum. Oğuz Atay pek şefkatli değil, şefkat uyandırdığı anda bir tutunamayanın yok olduğunu biliyor. Koca bir topluluk sahiplendiği anda, kendi ekosistemini yarattığı anda başlıyor büyü bozumu: kendi marşı ve heykelleri ve kahraman mitosu olan Tutunamayanlar ülkesi mümkün değil. Kendisine acımak refleksine cevap olarak her zaman kendisiyle ve sonra acıma refkleksiyle dalga geçmezse tutunamayacak bir kitap bu. Orta sınıf yaşantısı olmazsa bu yaşantıya tutunamayacak kimse de olmayacaktır: Bat dünya bat! Bireyselliğimizde boğulurken bile bunun acı verici derecede farkında olmak ne kötü.

İşte tam da bu yüzden, komik bir kitap bu. Kendine acımanın içinde boğulurken durumun komedisi olmadan nefes alamıyor. Abarttıkça abartıyor ve tüm abartma sürecinde kendini koruyor. Mizahı ve oyunu kendi başa çıkma mekanizması yapmış depresif ve etten kemikten bir insan bu roman, tüm bunları yaparken de kendi paçasını sıkıcı veya en azından bir dram olmaktan kurtarıyor. Her şeyi parodileştirmeden gözyaşı batağından kendini çıkaramıyor: “Bat dünya bat!” ve “bat acun bat!” diye sızlanırken ne yaptığının kendisi de farkında, belki de bu yüzden zaten benim bugün kendinden bahsetmek isteyeceğim bir roman oluyor. Belki de bu yüzden bir karnaval, bir gösteri, bir müsamere, futbol maçı, bir piyano resitali, bir tiyatro oyunu, bir köşe yazısı olmaktan kendini alamıyor.

İşte Oğuz Atay’ın bu kendi karakterlerine dolayısıyla kendine olan zalimliğini iş üstünde göstermek için seçtim bu alıntıları: önce dış dünyayla sonra da kendisiyle bu kadar acımasızca dalga geçen bir kitabın nasıl oldu da kendi aşk acısıyla mutlu görünen bayağı alıntılara indirgenebildiğine benimle birlikte şaşırın diye.

1.

Turgut: “İngilizlerin bile bulamayacağı bu nazariyenin esası gayet basittir. Fakat, tatbikinin bir hayli güç olacağını sanıyorum. Bir ilim adamına tatbikat yakışmayacağı için, bu kısmını asistanlarıma bırakıyorum. Gündelik işlerle uğraşamam ben.”

Selim: “Evet, uğraşamazsın da dışarda zenginlere ev projesi yaparsın.”

Turgut: “Ben senin bildiğin profesörlerden değilim. (s. 72)

Hemen dönemin bilim insanı geçinen çevrelerine laf sallamaktan gocunmaz Selim, dolayısıyla Atay. Onlar gibi değildir, bunu gururla söyler ancak kendi aşağılığı da bambaşka bir türdedir, bunu da itiraf eder defalarca.

2.

Orta Asya’daki pembe elipsin içinden

Çıkan kırmızı oklara binerek, Bozkurtlar (kanatlı)

 Çin’den

Nasıl uçmuşlarsa Tanca’ya kadar,

Ben de (altı yaşımda) dar

Ve yüksek çamurluklu tenezzühle (Ford T Modeli)

 Ankara’ya ulaştım (s.120-121)

Tutunamayanlar elbette bir karnaval, bir pastiş örneği, koca bir parodi ve içinde öyle farklı türler barındırıyor ve geçişleri öyle zahmetsiz kuruyor ki tüm anlatı çok sesli bir senfoniye dönüyor. Tüm bunları yaparken bir de üstüne Nazım Hikmet’i bile ağır aksak taklit edebiliyor. Dönemin ya da o mikro anın ruhunu anlatmak için yazar da kopyalayabilir, size sokakta bilet satan piyangocu gibi bağırmayı da tercih edebilir. Selim’i bir ülke mitiymişçesine yüceleştirebilir, Kurtuluş Savaşı komutanı ya da bizzat İsa yapabilir, ancak bu kutsalları da tiye almaktan geri durmuyorsa Selim hakkında ne söylemeye çalışıyordur bu kitap?

3.

Müteahhit Mustafa Taşyap. Eskiden taşçıymış da. Soyadı Kanunu çıkınca sonunu mesleğine uydurmuş hemen. “Olmuş” “tuhaflıklar” anlatır. Müteahhit esprisi yapar. Müteahhit esprisi, memur esprisi. Herkesin kendine göre bir düzeni var. Bir sen miydin bu dünyada garip olan, Selim? (s. 298)

Kitabın genel formülünün çok şık bir örneği bence burası: komik başlar. Soyismi Taşyap olan bir müteahhit. Kendi vazifesini ve hayatta ne yaptığını çok yoğun bir şekilde sırtlanması komiktir. Daha sonrasında mezar taşlarını kullanmakla ilgili gelenekseli şark kurnazı olarak modernizme tuğla yapmakla alakalı çok net bir metafor yapacaktır ki bu da kitabın fıkramsı pasajlarındandır. Bunu ötesinde, Atay’ın sık sık yaptığı ve benim gibi okurları kimi noktada neredeyse sinir ettiği gibi Soyadı Kanunu’yla dalga da geçer, Ziya Özdevrimsel’i unutmak mümkün değil. Gürbilek Kemalizm’in Delisi Oğuz Atay derken ilginç bir noktaya parmak basıyordu. Ancak eninde sonunda eleştirisi bile şefkat ve minnet dolu bir yerden gelir diyordu Gürbilek, haklıydı da. Selim canıyla boğuşabiliyorsa birey olabilmeye borçluydu bunu, aşağılık kompleksi buradan mı geliyordu, savaş yılı kara ekmek yemekten?

4.

ABDÜLKADİR: Burjuvalar, burjuvalar.

MAKSİM GORKİ: Küçük.

ALPASLAN: Sekiz yüz seksen yaşında olmam ve Malazgirt vaziyeti dolayısıyla ve en yaşlı üye sıfatıyla oturumu açıyorum.

HİTLER: Türk misafirperverliğinin bir örneğini daha gösterdiniz. Bu vesileyle, ölmüş bulunanlar için sizleri beş dakikalık saygı duruşuna çağırıyorum.

Anlatmak bile istemiyorum: ne zaman, ne suretle ciddiye aldı ki tarihi karakterleri Selim? Hayranlığını her daim tiksinti ve hor görme almadı mı? Tüm insanlık tarihi tek bir bireyin çocukluktan erişkinliğe adımıysa ve Selim İsa’nın ikinci suretiyse o zaman Hitler veya “Alpaslan” ya da Gorki: hepsi mızmız birer çocuk olmaktan gidemez rüyaları karıştıran; siyasileşir, hem de tüm atlardan da seyislerden de tiksinmiş halde. Hem, sembolizm dolu bir kitabın rüyasız olması beklenemezdi.

5.

ADI: İsa SOYADI: Mesih ANASININ ADI: Meryem BABASININ ADI: Tanrı DOĞUM YERİ: Nazaret DOĞUM TARİHİ: 1 Ocak 0000 MEDENİ HALİ: Bekâr TABİYETİ: R.İ. (Roma İmparatorluğu) DİNİ: Hıristiyan İŞ BU NÜFUS CÜZDANININ KAYITLI OLDUĞU NÜFUS İDARESİNİN İLİ: İsrail İLÇESİ: Betlehem MAHALLE veya KÖYÜ: Nazaret HANE NO: 34 CİLT NO: 2

İşbu nüfus cüzdanı, Betlehem Nüfus Dairesi tarafından DOĞUM suretiyle verilmiştir.

SON YOKLAMA DURUMU: Halen asker kaçağıdır.

Her şeyle, istisnasız her kutsalla dalga geçen ancak bunu da kendi bildiği şekilde yapan bir roman bu. Dalga geçişi bile içinde ne kadar değer verdiğini saklamak, yana yakıla acısını, o yumuşak karnını kahkahalar ardında korumak için.

6.

Hüsnü Bey pek dindar sayılmazdı. Turgut’un kulağına ezanı fısıldarken de gene, Kadim Yunan gibi, bilmediği bir düzenin ezberciliğini yapıyordu. Doğu ve Batı kültürünün sembolleri, onun kafasında, bütün ürkütücü yönleriyle, birbirlerine karışmadan durabiliyordu.

“Babanızın aksine, bildiğiniz birkaç kelimeyi ne kadar da yerinde kullanırsınız aziz Turgut! Üstelik, doğru da telaffuz edersiniz.”

“Beni kızdırma! Başmaçkin ve Çiçikov derim sonra; kendine gelemezsin. Seni Dostoyevski bile kurtaramaz.”

En çok da bilmediği düzenlerin ezberciliğini yapan, enseleneceği korkusuyla tirtir titrese dahi uyum sağlamayı bilen ve toplum denilen o canavarın dişleri arasına kıvrılanlarla dalga geçer Tutunamayanlar. Ne de olsa Selim o cılız aydın karakteriyle bunu başaramamıştır. Turgut gibi bu konuda bu kadar başarılı olan biriyle arkadaşlığı da hatta Sedgwick’in sık kullandığı terimle homososyal ilişkileri, bu zıt kişilikleri de okuru içine çeken ve tanık olmadığımız bir maziye özlem duyduran bir dinamik ortaya çıkarır.

Bonus

Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? (…) Sonra, neden karakola gönderdin Selim’i parayı bulan oldu mu diye sormaya? Neden polisleri güldürdün ve Selim’i ağlattın? Polisler daha mı iyiydi Selim’den? Biliyorum, İsa daha büyük acılar çekti diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara giremezdi, diyeceksin. Asıl, ayrıntılara girmeliydi bence. Her şeyi yaşamalıydı. İlkokula göndermeliydin İsa’yı da Selim gibi. Sonra, Selim senin oğlun değil ki. Olsaydı da bilmiyordu. Biliyorum, bunlardan daha acıklı sözler yazdı romancılar, diyeceksin. Ben daha neler duydum, diyeceksin. Demek bunu söylemekle bitiyor her şey. Sen onlara inan (ne kaybettiğini bilmiyorsun onlara inanmakla). Küçük ayrıntılara daha girme bakalım. İsa’nın ikinci gelişiyle durumu kurtaracağını sanıyorsun. Selim de ikinci kere gelirse görürsün. Yalnız, bu sefer lütfen aynı zamanda gelsinler artık. Araya gene binlerce yıllık bir uçurum koyma. Sonunda, ilk gelişlerinde yaptığın gibi ikisini de yalnız bırakma.

Çünkü, ne kadar hiciv duvarı örersek örelim, içimizde kalıverir bazı acılar. Roman ilerledikçe, göreceksiniz ki derinlere inmişiz, aşil topuğundan yakalayıp çekmişiz Selim’i. Bazı yaraları saklamak pek mümkün olmuyor.

Hiçbiri o can sıkıcı kuru, aşk ve ihanet ve tıpkı Metin’in o sevdiği romanlar gibi melodram taşımasa da yine dertlenmediğini söyleyemeyiz, ölümle huzur bulan not defterleri de açılmıyor yalanını söyleyemeyiz. Şakalar yaptıktan sonra içli içli ağlayan bir roman Tutunamayanlar.

And you laugh.
Loudly–
head tipping back.
And while your eyes
are on the ceiling,
I am mouthing
something too heavy even
for this steady night to shoulder.
‘This is not a joke.’ I mouth.
‘Love me. love me.’

Letters From Medea – Salma Deera

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.