90’larda Tim Burton’ın işgal ettiği yerde artık Wes Anderson’ın durduğunu söylemek pek de abes olmaz. Tarz olarak birbirlerine pek zıtlar aslında; Anderson daha renkli ve pastel bir adam, Burton daha karanlık ve gotik. Ama aşağı yukarı aynı kitlenin beğenisini kazandılar ve bu beğeni aşağı yukarı aynı şekilde ifade ediliyor. İkisi de popüler ve kabul edilebilir garip’in sembollüğünü, temsilciliğini yapıyorlar. Ve ikisi de, şu sıralar, bir hayli bozmak ithamını yiyorlar.

Wes Anderson Burton’ın izinden gidip kendi kuyruğuna takılıp düşer mi bilmiyoruz; ama kendisinin şimdiden eski filmlerinde var olan bir şeyleri bozduğunu söyleyenlerin sayısı bol. Bunu çok fazla bütçe sahibi olmaya yoranlar da var, hayal gücü tükenmesine de, bir yönetmen olarak güç kazanıp git gide hayır denemez bir konuma gelerek kendisini kendi yapan şeyleri abartmakla da. Sorun her neyse ben bunu görecek yetkinliğe sahip değilim, zira hayatımda iki Wes Anderson filmi izledim, ikisi de bu onyıl içerisinde çıkmışlardı.

GHB_9907 20130130.CR2

O yüzden The Grand Budapest Hotel‘e dair ne pozitif, ne de negatif bir beklenti sahibi değildim. Yönetmenin daha önceki izlediğim filmi ve takip ettiğim diğer işleri bana görsel olarak ne beklemem gerektiğini söylüyordu ama, ötesinde bir yargım yoktu filme dair. Şu noktada dürüst olayım, Anderson konusunda repertuarım çok geniş değil, ama bundan daha dar olsaydı da filmin ilk saniyesinde yönetmenin kim olduğunu anlardım.

The Grand Budapest Hotel, bir Wes Anderson filmi olduğunu ciyak ciyak bağırıyor, hem de ilk saniyesinden itibaren. Hikayenin renkleri Anderson’ın genel paletinden özenle seçilmiş. Lâkin farklı olan bir şey var, o da hikayesini anlatma biçimi. Stefan Zweig’in öykülerinden esinlenerek yazılmış hikaye, Zweig-vari bir figürün Grand Budapest Hotel’e olan ziyaretini anlatmasıyla başlıyor, oradan da Zero Mustapha isimli birinin gizemli geçmişini bu yazara anlatışına geçiliyor.

Grand-Budapest-Hotel-2

Bir nevi flashback içerisinde flashback şeklinde bir hikaye çerçevesi var The Grand Budapest Hotel’in, ama bu hiç yeni bir şey değil. Zweig’in kendi işlerinde de bulunan, pek çok 19. ve 20. yüzyıl yazarı tarafından sık sık kullanılan, özellikle masallarda fazlaca rastlayabildiğimiz mise-en-abyme tekniğini kullanıyor Anderson. Bu otomatikman bilenlere Binbir Gece Masalları‘nı ve muadillerinin anımsatacak bir teknik. Kullanılışı, uygulanışı da çok naif.

Film zaten genel olarak bu naiflik perdesi içerisinde hareket ediyor. Hemen hemen her şeye sinmiş çok yumuşak bi basitlik var Anderson’ın filminde. Oyuncular rollerini stereotipleştirerek; bu uğurda da basitleştirerek oynuyorlar. Anderson kamerasıyla çok kompleks hareketlere girişmiyor ve müzik hiçbir zaman bir atlıkarıncada duyabileceğiniz tipte bir ton ve melodiden pek fazla şaşmıyor.

The-Grand-Budapest-Hotel-Movie-HD-2014-3

Bu basitlik sizin hoşunuza gidebilir. En azından kasti olmadığı kesin. Kimse The Grand BudapestHotel yüzünden Wes Anderson’ı daha karmaşığını becerememekle suçlamayacaktır; hayır, burada çok net bir şekilde niyetini hafif bir perdeden şakımak isteyen bir film var. Fakat dürüst olayım, film ilerledikçe bunun beni yorduğunu hissettim. Herkeste bu etkiyi yaratmayacağını tahmin ediyorum, fakat açıkçası bu naif anlatım iki karakter öznelinde beni filmden çok kopardı: Dmitri ve Jopling.

Filmin ana iki kötü karakteri olan ve sırasıyla Adrien Brody ile Willem Dafoe tarafından canlandıran bu karakterler, filmin diğer tüm kanatları gibi karikatürize, masalsı ve tek boyutlular. Fakat ne hikmetse diğer karakterlerin tek boyutluluğu muazzam bir şirinlik silsilesi içerisinde takdim edilirken bu iki karakterin –kuvvetle muhtemel ara ara ekranda gözüküp kötülük yapmaktan başka hikayeye bir faydaları olmadığından– çizgiselliği bir noktadan sonra sıkıcı gelmeye başlıyor.

GRAND BUDAPEST HOTEL_426.jpg

Bana öyle oldu en azından. Bu iki karakterden sıkılmam, otomatik olarak onların yarattığı problemlere ilgisiz kalmama sebep oldu ve bu da ana karakterlerin dertlerini umursamamak demekti. Filmin son yirmi dakikasını bu sebepten eserden koparak geçirdim ki, bu da normalde şirinlik saçması planlanan bazı güdük efektler ve çekimlerin gözüme olabildiğince kaba gelmesine sebep oldu. Onlar gidince, müzik de yerle yeksan oldu zaten; elimde bir tek bu filmin bir yazara atfeldiği gerçeğinin yüzünü kara çıkarmayan kıymetli kelimeleri kaldı…

Muhtemelen tamamen kişisel bir şeyden bahsediyorum, fakat bunu benimle paylaşacak olanlar da vardır muhakkak. O yüzden şöyle bir özet geçeyim: The Grand Budapest Hotel çok sağlam oyunculuklara sahip, iyi kurgulanmış, masalsı ve naif bir film. Fakat bu naifliğini taşıyamadığı bazı yerler var ve o noktalarda filmden kopup kopmayışınız sizin film ile ilgili olan görüşlerinizi büyük ölçüde belirleyen şey olacak. Şahsımdan pek geçer not alamadı, ama eminim çok beğenenleriniz de çıkacaktır.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

1 Comment

  1. Tutku Tuzlu Reply

    Ben çok beğendim filmi. Genel hava olarak “Amelie”yi hatırlattı bana. Tabi ona kıyasla daha Hollywood bi film ve akılda bıraktığı iz olarak da daha renkli bi yelpazede olduğunu unutmamak lazım. Film, izlemesi son derece rahat ve akıcı bir havada geçiyor. Karikatürize karakterler filmin mizahıyla da birleşince size kendinizi iyi hissettiren bir film ortaya çıkıyor. Çok ağır filmler izlemeyi sevmiyorum, dolayısıyla konunun (ve karakterlerin) basitliği beni rahatsız etmedi, bilakis hoşuma gitti. Özellikle Ralph Fiennes’in oynadığı karakteri ve kendisinin oyunculuğunu takdir ettim. Film bittiğinde yüzünüzde keyifli bir tebessüm olacağını düşünüyorum.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.