Sinema tarihi, beyazperdede kendine has şaklabanlıklar yapmayı görev edinmiş çok sayıda yönetmen gördü. Kimisine nefretle karışık bir sevgi besledik, kimisinden veba kaparız korkusuyla kaçabildiğimiz kadar uzağa kaçtık. Kimler yoktu ki listede… Bu gün bazı otoritelerin büyük bir keyifle “gelmiş geçmiş en kötü yönetmen” seçtiği fakat iyi niyetinden ve kıt olanaklarla üretme isteğinden asla şüphe duymadığımız Ed Wood’dan; milyon dolarlık filmleri, basit kelime oyunlarıyla pornografik filmlerine meze eden Terry West’e; dünyanın en pahalı eşek şakalarına imza atan Roland Emmerich’ten, en ciddi olması gereken filmin tam ortasına “penis muhabbeti”ni sokabilen, buna rağmen sinema tarihinin izlemesi ilginç bir biçimde keyifli kötü filmlerinin bir kısmına imza atan Michael Bay’e kadar kimler kimler sınadı sabırlarımızı…

Kabul edelim ki, yukarıdaki isimlerin hiç biri Uwe Boll kadar nefretimizi kazanmak için özel bir efor sarf etmemiştir. Boll, sadece alelade kötü filmler çekme derdinde olan bir insan evladı değil çünkü. Kendisinin asıl kaşıntısı, muhtemelen çok satan bilgisayar oyunları. Bir sinemaseverin görüp görebileceği en büyük zulümlerden biri kabul edebileceğimiz House Of The Dead uyarlamasının ardından, Boll’un maksimum bir süre daha nefes alıp verdikten sonra kendi kendine ruhunu teslim edeceğini kaçımız düşünmedi ki? Tabi hesaba katmadığımız bir şey vardı… O da Uwe Boll’ün şapka çıkarılası dirayetiydi! Boll’u öldürmeyen şey onu güçlendirdi ve kendisi, elini attığı bütün video oyun uyarlamalarının köküne kibrit suyu ekerek nev-i şahsına münhasır bir sinemasal kimlik edinmeye ant içti!

Peki neydi Uwe Boll’ün asıl derdi? Neden sinema anlayışımızı tahrip etmeye soyunmuştu? Bu uğurda kaç video oyununu, kaç ünlüyü, kaç milyon doları hiç etmişti? Neden kendisini eleştirenleri boks maçına davet ettiği halde, bu davetlerin herhangi birine icabet olmamıştı? Dünya neden bu kadar acımasızdı? Uwe Boll neden bu kadar sinirliydi? Bu soruların büyük bir kısmına muhtemelen cevap bulamayacağınız bu yazıda; salt Boll’ün büyük bir şevk ve zevkle içine ettiği video oyun uyarlamalarına yer vereceğiz? Neden mi? Dünyanın, gerçekten de bundan daha fazlasına hazır olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa?

 

1. House of the Dead

House of the Dead

İşte başlıyoruz. Yıl 2003… Video oyun uyarlamalarının halihazırda acıklı birer şakadan öteye gidemediği dönemlerdeyiz. Böyle bir zaman diliminde, yeni yeni palazlanmasına rağmen kendisine yüz binlerce dolarlık (daha o dönem milyonlarla kucaklaşmamış olduğunu tahmin ediyorum) projeler teslim edilen genç bir yönetmen Uwe Boll… En az bu günkü kadar tipsiz ama muhtemelen dünyaya, börtüye, böcüğe ve özellikle de sinema severlere daha az kızgın…

House Of The Dead’in oyununa aşina olsanız da olmasanız da canınızı epey yakacak bir filme imza atmayı kafasına koyuyor Uwe Boll… Nedenlerini ya da nasıllarını sorgulamaktan çekindiğimiz bu sinemasal tahribat, o tarihe kadar (ve tabi sonrasında da) görüp görebileceğimiz en rezil video oyun uyarlamasının peydah olmasına zemin hazırlıyor. Tamam… Kabul edelim… Boll’ün amacı A’dan Z’ye kadar ortalamanın altında seyreden bir video oyunun kendisinden çok daha kötü uyarlamasını, ibretlik maiyette gözümüzün içine sokması olabilir… Olabilir de böylesine bir fütursuzlukla olur mu be güzel ağabeyim?

Tabi sinemadaki House Of The Dead rüzgarının etkileri öyle hemen dinmez. İki yıl sonra televizyon piyasası için servis edilen ve yönetmenliğini bu sefer Mike Hurst’ün üstlendiği bir de devam filmi gelir. En kaba tabirle, içeriğine tepeleme doldurulmuş  tüm “paçozluklara” rağmen, Boll’ün alametifarikasının çok çok ötesinde bir yapımdır. House Of The Dead, Uwe Boll’ün içerisindeki oyun katilini dışarı çıkaran ilk yapım olur. Fakat her katil gibi, Boll de ilk katliamın ardından kanın tadını alacak ve bunu tekrar tekrar yapmayı bir alışkanlık haline getirecektir!

 

2. Alone in the Dark

Alone in the Dark

Alone In The Dark’ın bu kadar kötü olmasının sebebi, Uwe Boll’ün kendi usulünce, üçüncü oyunun ardından sapıtmaya başlayan oyun yapımcılarını cezalandırma isteği olabilir mi? Hadi canım! Böyle bir küfür karşısında Pollyanna moduna girmenin alemi yok! Fakat korku severlerin bir dönem önünde saygıyla eğildiği böyle bir seriyi yerin dibine gömmek, Boll’ün birincil amacı değil bu sefer…

Başrolde Christian Slater, Tara Reid ve Stephen Dorf gibisinden “bir dönemin yıldız isimlerini” izlediğimiz film; her nasılsa Boll’ün böylesine ciddiyetsiz bir kepazelik için bile ünlü isimler toparlayabileceğinin açık bir kanıtı oldu. İnceliksiz planlar, korkunç derecede komik oyunculuklar, kötü bir filmin anatomisine bile sıkıştırılamayacak denli gerzek bir konu… Evet… Sinema tarihi gereğinden fazla rezil video oyun uyarlaması gördü görmesine ama Boll’ün filmleri yıllar sonra bile adından söz ederken kolektif hafızalarımızda kendine has izler bırakacak denli ilginç sabır sınamalarıydı. O talihsiz, kem günlerden yakalarını sıyırmayı başarabilen sinema severler her ne kadar bu gün geriye dönüp baktıklarında gülümseseler de, yaşadıkları acının ebatlarını kavrayabilmeniz için tam gözlerinin içine bakmanız gerekir…

 

3. BloodRayne

BloodRayne

Alone In The Dark ile aynı yıl çektiği Bloodrayne ile Uwe Boll’ün sinemanın canına okuma girişimi arayı fazla soğutmadan devam etti. Peki Boll, Nazi avcısı seksi dhampir’den tam olarak ne istemişti dersiniz?

Bloodrayne ile birlikte, Boll’ün video oyun arenasına kök söktürme girişimi de sınıf atlamış oldu. Terminator 3: Rise Of The Machines ile o dönemde yıldızı yeni yeni parlamış olan güzeller güzeli Kristanna Loken’in, böylesinde seksi bir karakteri olabilecek en komik imajla perdeye taşımasını görmezden gelebildiğimizi farz edelim… Udo Kier, Billy Zane ve Michael Madsen’in kötü filmlerde yer alma tutkularını da sineye çekelim… Peki Ben Kingsley ve Michelle Rodriguez’in bu projede tam olarak ne aradıklarını söyleyebilecek bir ölümlü var mı aranızda? Kaldı ki Bloodrayne sayesinde usta oyuncu Kingsley’i de akla gelebilecek en kötü projelerde gördüğümüz zaman şaşırmama tutumu da geliştirmedik değil hani!

Boll’ün Bloodrayne’e olan takıntısı da kolay kolay geçmek bilmedi hani. Serinin peşini bırakmayan kaçık yönetmen, 2007 yılında Bloodrayne II: Deliverance ve 2011 yılında Bloodrayne: The Third Reich adlarını taşıyan devam filmleriyle üçüncü sınıf aksiyon filmlerinin aranan yıldızı Natassia Maithe’yi seksi dhampir Rayne suretinde karşımıza dikti. Grafik olarak baktığımızda Maithe, Loken’den daha iyi bir seçim olsa da güzel dhampir ne yazık ki Boll’ün kirli ellerinden bir türlü kurtulamadı!

1 2
Author

4 Comments

  1. Ekşi’de yazdığına göre bu adamın kasten kötü filmler çekmesinin nedeni şöyleymiş;

    ” kucuk bir arastirmadan sonra foyasi belli olan yonetmen. soyle ki: alman vergi kanunlarindan biri kabaca soyle diyormus: eger alman yapimi bir filme yatirim yaparsaniz, yaptiginiz yatirimin %50’sini devlet size geri oder. eger bu film kar etmezse yaptiginiz yatirimin %100’unu vergiden dusebilirsiniz. eger film kar ederse o zaman kar ettiginiz parcanin ayrica vergisini odemeye baslarsiniz.
    uwe boll kanundaki bu acigi bilen kurtlardan biriymis ve bu gune kadar cektigi butun filmler bilerek ve isteyerek gisede zarar etsin diye cekilmis. boylece yatirimcilar odedikleri paranin hem %50’sini devletten geri almislar, hem de film zarar ettigi icin odedikleri paranin %100’unu toplam vergilerinden dusmusler. bu sebeple uwe boll gecmiste bir takvim yilinda 3-4 film cekmeye calismis.

    cekilen filmlerin ozellikle oyun sektorunden olmasinin sebebi cogu zaman oyun yapimcilarinin sinema’daki performansa dair beklentileri veya ilgileri olmamasiymis. bugune kadar sadece rockstar grand theft auto icin ve bungie firmasi halo oyunu icin lisans sozlesmesine sicak bakmamis. genellikle oyun ureticileri dolgun bir cek karsiligi film haklarini veriyormus.

    nitekim almanya’daki bu kanun yakin zamanda pozitif yonde degismis; ve artik uwe boll’un film cekmesi icin normal yonetmenler gibi para/yatirimci bulmasi gerekiyormus. gecmis yonetmenlik performansina bakarak kendisinin artik film cekemeyecegi gorusu hakim. “

    • film çekmek için verdikleri parayı film çıktıktan sonra kâr etmezse devletten geri alıyorlarmış ben mi yanlış anladım ? çok mu uçtum ? mantık nerede ? kâr nerede ?

      • Yiğitcan Erdoğan Reply

        parayı düzlemesine geri almıyorlar. buna “write-off” deniyor ingilizcede. vergilendirilen gelirden düşüyor bu rakamı alman devleti.

        yani şöyle düşün. ortada bir x şirketi var, gel biz bunun adına “çakmaktaş ltd” diyelim. çakmaktaş ltd uwe boll’a film yapsın diye 50 milyon dolar veriyor. boll bu parayla kendi maaşını ödüyor, oyuncuları tutuyor, set çalışanlarını kiralıyor, masrafları çıkartıyor. sonucunda film diyelim ki 15 milyon dolar gelir elde ediyor. o 15 milyon dolar çakmaktaş ltd ile uwe boll arasında bölüştürülüyor aralarındaki anlaşmaya göre. yalnız alman kanunları sayesinde, çakmaktaş ltd’nin 50 milyon dolarlık gelirinden vergi alınmıyor. yani çakmaktaş ltd o sene 150 milyon dolar gelir elde etmişse, 100 milyon gelir elde etmiş gibi vergi ödüyor.

        sonuç?
        uwe boll hem 50 milyon dolardan, hem de filmin elde ettiği 15 milyondan payını aldı.
        çakmaktaş ltd hem filmden elde ettiği 15 milyondan payını aldı, hem de 50 milyon dolar için gelir vergisi ödemedi.
        kaybeden sinema oldu.

        • Cenk Boduroglu Reply

          Bunu öğrendiğim zaman felaket şaşırmıştım, ama sonradan adamın doktorası olduğunu falan da öğrendim. Yani aslında adam yönetmen değil, sadece usta bir iş adamı. Nasıl kolayca para kazanacağını bulmuş ve uygulamaya koymuş. Bazı insanlar Boll’u Ed Wood ile falan karşılaştırıp, kimsenin kendisini anlamadığı görüşündeler. Ama Ed Wood film aşkından film yaparken, Uwe Boll yalnızca para kazanmayı hedeflemiş durumda tabi.

Yiğitcan Erdoğan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.