Söz konusu Amerika ve savaş olduğunda bir insanın aklına sadece bir örneğin, bir olayın veya bir insanın gelmesi tarihe hakim değilseniz bile imkansız bir şeydir. Seksenlerin sonu, doksanların başında doğmuş insanların aklına Irak’ın çöllerinde savaşan kahverengi kamuflajlı Amerikan askerleri gelir, onların ağabeyleri ve ablaları Balkanlar ve onun sahne olduğu karışıklıkta hatırlar Amerikan askerlerini. Daha geriye gittiğimizde ise Amerika’nın 2 Aralık 1823’ten beri vazgeçmediği Monroe Doktrininin uygulanmasını bulabiliriz, “Operation Urgent Fury”, veya Grenada İşgali, “Operation Just Cause”, veya Panama İşgali, ya da sonucunda Monroe ve sonrasında gelecek Carter doktrinlerine yeni bir eş olacak Johnson doktrinini yaratmış Dominik Cumhuriyeti İşgali. Belki de, basitçe, Vietnam.

Tarihsel olarak Amerika’nın savaşma arzusunu var olduğu iki yüz otuz beş senenin iki yüz kadarını savaşarak geçirdiğini gözlemleyerek kanıtlamak mümkün, ama daha derin ve daha gerekli olan sorgu Amerika’nın savaşma arzusunun var olup olmadığı değil, neden bu kadar şiddetli var olduğudur zaten. Az önce yukarıda sözünü ettiğimiz doktrinlerin hepsi bir veya öteki şekilde Amerika’nın çıkarlarına ters bir durum olduğu vakit Amerika’nın silahlı kuvvetleriyle olaya müdahale etmekten çekinmeyeceğini belirtirler. İlk başta kulağa yeterince adil gelen bir arzu bu. Klasik realizm teorisi ele alındığında zaten bir devletin aksi yönde bir harekette bulunması beklenemez.

Sorun, bu ilk olarak “yeterince adil” başlayan isteklerin, Monroe ve Carter doktrinleri arasında geçirdiği zaman. Bir ülke, “Avrupa’nın Batı Yarımküre’nin işlerine karışmamasını, bizim Avrupa’nın işlerine karışmamamız karşılığında bekliyor” (Tremblay, 2004) mantığından, yani halihazırda direkt coğrafi bağlantıları olduğu ve kültürel, fiziksel ve nüfussal olarak herhangi bir karışıklığın etkisini direk hissedebileceği bir coğrafyaya müdahaleyi istememekten Carter doktrinine, yani başkanın o günlerdeki Ulusal Güvenlik Danışmanı tarafından “Sovyetlerin Basra Körfezinden uzak durmaları gerektiğini çok net anlamalarını” (Brezinski, 1983) sağlayacak cümlelerin bulunduğu bir beyana nasıl gelmiş, bunu incelemek belki de yukarıdaki soruların çoğunun cevaplanmasına yol açmaya yeterli olacaktır.

apocalypse choppers

Elimizdeki filmler bu yönden Amerika’nın farklı savaşlarını ve operasyonlarını tasvir etmeleri açısından çok büyük bir ilham kaynakları konumundalar. Kronolojik olarak baktığımızda ilk olarak vizyona girmiş olan film 1979 yapımı Apocalypse Now, veya Türkçeye çevrilmiş adıyla “Kıyamet”. The Godfather, The Conversation ve Rumble Fish gibi filmlerin yönetmeni Francis Ford Coppola tarafından yönetilmiş, başrollerinde Martin Sheen, Robert Duvall, Marlon Brando, Laurence Fishburne, Harrison Ford ve Dennis Hopper bulunan, Vietnam Savaşı’nı anlatan bir savaş filmi Apolcalypse Now. Yapım süreci kendi başına bir film olmuş olsa da bugün başyapıt niteliğini kimse tartışmıyor. Cannes’ın Altın Palmiye ile ödüllendirdiği, Amerikan Ulusal Film Arşivinin “tarihsel, kültürel veya estetiksel olarak önemli” nitelendirmesiyle arşivine kattığı film Vietnam Savaşı’nın en gerçekçi ve en sinir bozucu tasviri olarak kabul ediliyor.

Bu noktada ona en ciddi açıdan kafa tutan film ise elimizdeki bir diğer Vietnam filmi, Platoon, ya da Türkiye’de bilinebileceği adıyla “Müfreze”. Vietnam Savaşında bizzat çarpışmış bir insanın yarı-otobiyografik bir filmi bu konuda iddialı olmaktan daha azını gerçekleştiremezdi zaten. Vietnam’dan kendi tabiriyle değişmiş olarak dönen, Vietnam’ın vahşetinden etkilenip aklındakileri kameraya yansıtma çalışmasına başlayan (Salewicz, 1997) Stone, 1986’da Platoon’u vizyona sürer. Senaryosunu kendi kaleme aldığı, başrollerinde ise Charlie Sheen, Willem Dafoe ve Tom Berenger’in bulunduğu film vizyona sürülür sürülmez gerçekçi tasviri, güçlü görselliği ve savaş ile ilgili fikirleri yüzünden övgü yağmuruna tutulur.

We Were Soldiers, Türkçedeki ismi ile Bir Zamanlar Askerdik ise listemizdeki bir diğer Vietnam filmi. Platoon ve Apocalypse Now’un aksine savaşta çarpışanlar kadar onları evde bekleyenlerin verdiği mücadeleyi de konu alan We Were Soldiers Vietnam Savaşı’na halkın bakış açısını göstermesi açısından önemli bir film, bu bağlamda Randall Wallace’ın yönetmenliğini yapıp Mel Gibson’ın başrolünde başarılı bir performans sergilediği bu 2002 filmini değerlendirmeye almak önemli. Tabii ki konumuz Amerika ve Savaş olduğunda tek inceleyeceğimiz muharebeler ve sıkıntılar Vietnam’la alakalı olanlar değiller.

Collateral Damage 004

 

Değerlendirmeye üç farklı savaşı da aldık. Bunlardan ilki, sonradan Kaliforniya eyaletinin valisi olarak da görev yapan Avusturya kökenli oyuncu Arnold Schwarzenegger’in başrolünde olduğu Andrew Davis tarafından yönetilmiş Collateral Damage. Türkçeye “Ölümüne Takip” olarak çevrilmiş film Amerika ve Savaş başlığı altında inceleyeceğimiz konulardan biri olan Amerika’nın uluslararası müdahalelerinden birini konu alıyor. Daha spesifik olmak gerekirse, bu müdahalelerin Amerikalıların özel hayatlarına olan etkisini ve genel olarak Amerika’nın bu tür operasyonlarla yarattığı domino taşı etkisinin nereye kadar uzandığını ve Amerikan halkının genel olarak bu hususla ilgili olan fikrinin neye göre ve nasıl değişeceğinin iyi bir göstergesi olarak karşımıza çıkan film, aynı zamanda elimizdeki filmler içerisinde “savaş filmi” olarak kategorize edilemeyecek tek film.

Kalan filmlerimiz ise Amerika’nın yirminci yüz yıl sona erip yirmi birincisi başlarken değişen koşullar içerisinde (isim vermek gerekirse, Sovyetler Birliğinin çöküşünün ardından) çatışmaları ve savaşlarının nasıl renk değiştirdiğini delâlet ediyorlar. 2001 senesinde vizyona girmiş, Türkiye’de Düşman Hattı olarak da bilinen John Moore filmi Behind Enemy Lines, Amerika’nın Balkanlarda içerisinde bulunduğu savaşın ve karmaşanın başarılı bir portresi. Başrollerinde Owen Wilson ve Gene Hackman’ın bulunduğu film genel bir portre çizmektense bireysel bir noktada fikirlerini belirtiyor ve Amerikan askerlerinin Balkan savaşlarına ve genel olarak Amerika’nın içinde bulunduğu savaşlara olan bakış açısını anlatması açısından ilginç bir öneme sahip.

Alien, Blade Runner, Gladiator gibi filmlerin yönetmeni Ridley Scott’ın aynı sene vizyona girmiş Black Hawk Down, ya da Kara Şahin Düştü isimli filmi ise Somali’ye yapılan bir operasyonu konu alıyor. Black Hawk Down açık bir savaşı konu almamasıyla elimizdeki filmlerin arasından Amerika’nın yeni savaş modelinin en iyi örneklerinden biri oluyor, bu sebeple onu bir filmle beraber inceleyeceksek, o filmin Collateral Damage olması akla yatkın. Başrollerinde Tom Sizemore, Ewan McGregor ve Josh Hartnett’in bulunduğu Black Hawk Down bu tür operasyonların içeriğini ve bu tür operasyonlarda savaşan askerlerin psikolojisini anlatması bakımından önemliyse, Collateral Damage bu tür operasyonların sonuçlarını ve etkilerini anlatması bakımından neredeyse onun kadar önemli. İki film farklı zamanlarda çekilmiş olsalar dahi konuları bakımından birbirlerini neredeyse tamamlayacak nitelikteler.

blackhawk_5

Fakat dilerseniz önce bu filmlerin sunduğu ideolojilerin uluslararası ilişkiler teorileri bakımından nereye düştüklerini ve bundan daha önemlisi içerisine düştükleri teorilerin genel hatlarını kısaca tanımlayalım. Filmlerin özellikli konuları bu noktada mühim değil. Vietnam, Somali, Bosna veya Kolombiya; ne bu hareketlerin yeri, ne de sebepleri bu noktada kritik bir öneme sahip değil. Zira hepsinin bireysel olarak farklı farklı sebebi olabilir ve muhtemelen vardır da. Hatta o savaşlarda çarpışan her askerin orada bulunmak için ayrı bir sebebi varsa bu da şaşılacak bir şey değildir. Eğer okuyucu sayısı kadar kitap varsa, asker sayısı kadar savaş olması da akla yatkın ve makul.

Burada genel olarak uluslararası ilişkiler perspektifinden incelenmesi gereken Amerika Birleşik Devletleri’nin bu savaşlarda güttüğü “egemenlik” olgusudur. Filmi biraz geri saralım. 1823 senesinde Amerika Birleşik Devletleri henüz bir elin parmakları kadar başkana sahipken o elin beşinci parmağı, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin beşinci başkanı olan James Monroe’nun Amerikan anayasasının ikinci maddesi, üçüncü kısmı uyarınca Kongre’ye vermek mecburiyetinde olduğu “State of the Union” konuşması sırasında beyan ettiği Monroe Doktrini olarak bilinen fikirlerden söz etmiştik. O zaman bu fikirler sadece Yeni Dünya’yı kapsıyordu. Monroe Doktrini bir veya öteki şekilde tarih sahnesinde pek çok kere kendini tekrardan gösterdi. Theodore Roosevelt’ten Ronald Reagan’a kadar pek çok Amerikan başkanının ara ara ziyaret ettiği bu fikir Amerikan dış politikasının en önemli merkezlerinden biri olmayı hiçbir zaman bırakmadı.

James_Monroe-H

 

Fakat 1823 senesinde Amerika bu beyanı verdiğinde Monroe’nun bu konuyu dayatacak bir gücü yoktu. Amerika Birleşik Devletleri, Britanya İmparatorluğundan bağımsızlığını yeni kazanmış, kırk iki sene sonra ülkeyi ikiye bölecek bir iç savaşa doğru tam hızla giden, ne ordusu ne de donanması gerçek bir kuvvete sahip bir ülkeydi Monroe bu beyanı yaptığında. Monroe’nun bu beyanı tarihçiler tarafından Amerika’nın ne yapacağına dair bir garanti değil, nasıl bir Yeni Dünya istediğine ve o Yeni Dünya’daki kendi rolünü nasıl çizmek istediğine dair bir arzu olarak yorumlandı ve bu doğruydu da. Ama ana fikir Monroe Doktrininden Carter doktrinine kadar hiç değişmedi.

Amerika’nın arzuların dikte ettirmek için yeterli kuvvete sahip olması için aradan yüzyıllar geçmesi gerecekti ama ana fikir hiçbir zaman değişmedi. Bu noktada uluslararası ilişkiler ile alakalı olanların aklına tek bir kelimenin geliyordur ve başka bir kelimenin gelmesi düşünülemez de: “Egemenlik”, veya, daha aşina olduğumuz kaba çevirisiyle “hegemoni”. Amerika Birleşik Devletleri Monroe doktrinini beyan ettiği sırada gerçekten de bu hegemonisini yeni dünyanın dışına çıkarmak niyetinde değildi, Monroe’nun o dönem söylediklerine inanmamak için bir sebebimiz yok. Avrupa’nın Yeni Dünya’ya karışmaması karşılığında Yeni Dünya’nın Avrupa’ya karışmayacağı garantisi Amerika’nın o yıla kadar itaat ettiği bir politikaydı.

Amerika Napolyon Savaşları sırasında Avrupa’nın hiçbir ülkesinin yanında taraf almamış, sadece savaşın sonuna doğru Britanya donanmasının Amerikan gemilerini arayıp çok detaylı bir aramaya tabii tutmadan İngiliz ve donanma kaçağı olduğunu düşündükleri herkesi alıkoymaları sebebiyle Britanya’yla ufak bir çatışmaya girmiş, bunun dışında tüm savaş süresi boyunca Avrupa’nın hiçbir ülkesiyle katı bir ittifak kurmamıştır. Bu politika Birinci Dünya Savaşı’na kadar gözlemlenebilir bir politikadır üstelik.

446035Amerikan halkı, o dönem Büyük Savaş olarak bilinen Birinci Dünya Savaşına “Oradaki Savaş / The War Over There” ya da “Avrupa Savaşı / The European War” diyordu ve kendini aktif bir parçası gibi hissetmiyordu. Bu görüş sadece Amerikan halkı tarafından değil, Amerika’nın yüksek kademeleri tarafından da paylaşılıyordu. Dönemin Amerikan Dış İşleri Bakanı William Jennings Bryan, Woodrow Wilson’ın fazla “kavgacı olduğunu düşündüğü için” (Chatfield, 1973) istifa etmişti. O halde Monroe Doktrininin de hala altının çizildiğini dikkate alırsak, Amerika’nın o dönem “egemenlik” arzusunu Eski Dünya’ya taşımadığını, hatta bu arzunun Eski Dünya’ya taşınmasının yine ilk başta girilmesinin istenmediği İkinci Dünya Savaşı’na girişle olduğunu söylemek mümkün.

Franklin Roosevelt’in savaşla bir ilişki kurmak istemeyen Kongre’yi ikna çabası ve Japonya’nın Amerika’nın Pearl Harbor’daki üssüne olan saldırısına kadar bu çabasında başarısız oluşu tarih sahnesinin not ettiği gerçeklerden biri. O halde Amerika için savaşma sebeplerinden biri olarak egemenlik kurma arzusu su götürmeyen gerçeklerden biriyken, bu egemenliğin kapsamının İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan koşullar (tekrar isimlendirmek gerekirse Sovyetlerin Amerika’yı tehdit edecek bir güce sahip olduğunun anlaşılmasıyla beraber başlayan Soğuk Savaş) ile Monroe’nun bahsettiği Batı Yarımküre’den dünyanın geri kalanına sıçradığı da apaçık gözlemlenebilir bir hale geliyor. Bu da bizi filmlerimizin konu ettiği savaşlara ve müdahalelere getiriyor.

Filmlerden üçü, daha önce de bahsettiğimiz gibi Vietnam Savaşını konu almakta ve bu filmler sayesinde Vietnam Savaşı’nın ortaya çıkardığı bir sorunu incelemeye alabilmekteyiz. Julie Taymor’un yönetmenliğini yaptığı 2007 yapımı müzikal Across the Universe Vietnam Savaşı döneminde geçen, The Beatles grubunun müziklerinin dönemi incelerken kullanıldığı etkileyici bir film. O filmden bu sayfalarda bahsetmemizin sebebi filmin bir karakterinin sarf ettiği bir cümle. Filmde Logan Marshall-Green tarafından canlandırılan ve savaş karşıtı bir örgütün lideri olan Paco tarafından söylenen cümle ilgi çekici: “Amerika artık yurt dışında devrim ve özgürlüğün değil, vahşi emperyalizm ve şiddetin simgesi olarak anılacak” (Taymor, 2007).

Apocalypse Now, Platoon ve We Were Soldiers bu konuda çok önemli örnekler, hatta Paco karakterinin altını çizdiği bu değişimin başlangıçları bile sayılabilirler. Amerika, Vietnam Savaşı’na kadar girdiği savaşlarda halk desteği konusunda hiçbir sıkıntı yaşamamasıyla biliniyordu. Öncesinde içerisinde bulunduğu iki dünya savaşı, Kore’deki çatışmalar ve hatta inanılmaz bir başarısızlıkla sonlanmış Domuzlar Körfezi Çıkarması bile Vietnam kadar ciddi bir sorunla karşılaşmamıştı kamu desteği cephesinde. Bu noktada elimizdeki filmleri Vietnam hakkında savaşın doğası yönünden çıkarım yapmakta olduğu kadar Vietnam Savaşı’na dair gelişen ve değişen halk fikrinin birer göstergesi olarak kullandığımızı belirtmemiz gerek. Bize göre üç film de Vietnam’ı ve sebeplerini anlamak için değil, Vietnam Savaşı’na halkın bakış açısını anlamak için kıymetli olan yapımlar.

max2

 

Apocalypse Now ve Platoon savaşın halk tarafından ne kadar iğrenç bir şey olarak görüldüğünün kanıtı gibiler adeta. Savaş, her iki filmde de korkunç, insanların masumiyetine tecavüz eden, sonu gelmeyen ve ümidin pek de alakasının olmadığı bir olgu olarak tasvir ediliyor. Francis Ford Coppola’nın filmi bu konuda uzak kuzeninden daha sabıkalı. Her ne kadar En İyi Film dalında Oscar ödülü sahibi Platoon’un savaş tasviri pek çokları tarafından daha gerçekçi bulunsa da Apocalypse Now Vietnam Savaşı’na daha yakın bir tarihte çekildiği için daha büyük bir öneme sahip olarak adlandırılabilinecek filmlerden. Her iki film de savaşın askerler üzerinde açtığı yaralardan, masumiyetini kaybetmiş askerlerden ve her şeyin kanunsuz yapıldığı bir yerde kanunuyla yürütülmeye çalışılınan bir savaştan söz ediyor.

Vietnam Savaşı’nın böyle olup olmadığını iki film üzerinden düşünmeye çalışmak kuşkusuz ki absürd, ama kesinlikle söyleyebileceğimiz tek bir şey varsa o da Vietnam Savaşı’nın böyle görülüp görülmediğinin su götürmez bir şekilde ortada olduğudur. En nihayetinde Francis Ford Coppola da, Oliver Stone da, filmin yaratılışında emeği geçen tüm herkes de “kamu” dediğimiz olgunun birer parçalarılar ve bu yüzden Vietnam’a halkın bakışının bu yönde olduğunu hiçbir şekilde tartışmaya dahi açık bırakmıyorlar. Kuşkusuz Vietnam Savaşı’nı destekleyen insanların varlığından da söz etmek mümkündür fakat en azından Vietnam Savaşı’nı konu alan filmlerin genel tonunun neredeyse her zaman savaş karşıtı olduğunu düşünürsek (akla ilk gelen örnekler Kubrick’in Full Metal Jacket’ı, Levinson’ın Good Morning, Vietnam’ı, Cimino’nun The Deer Hunter’ı) en azından sanatçı kitlenin ve onların etki alanında bulunan genel halkın fikrinin bu yönde olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun sebebini de bize We Were Soldiers filmi açıklıyor aslında. Film konu itibariyle diğer Vietnam filmlerimizden ayrılıyor, zira ana konu, evde kocalarının ölüm haberlerini bekleyen asker eşlerinin psikolojilerini de içermekte. Az önce sözünü ettiğimiz film Across the Universe’in karakterlerinden biri de bu konuda çok iyi bir örnek içeriyor. Öncesinde savaşla ilgili ciddi bir fikri olmayan Lucy karakteri (Evan Rachel Wood) sevgilisi Vietnam’da ölüp, abisi “draft” sistemiyle savaşa çağrıldığında Paco karakterinin örgütüne katılıp protestoların bir parçası olmayı seçiyor.

We Were Soldiers’daki asker eşlerinin de, her ne kadar filmde sessiz bir sebat içerisinde olarak tasvir edilseler de bu konuda fikirler geliştirdiklerini düşünmek ve filmi seyrederek bunu çıkarmak pek abes olmaz. Peki bunun sebebi nedir? Amerika’nın ilk girdiği savaşın Vietnam olmadığı ortada ve Amerika’nın ilk asker kaybettiği savaşın Vietnam olduğunu önermek de abes iken bu değişim neden kaynaklanmış olabilir? Amerika Birleşik Devletleri kendi vatandaşlarını İç Savaş sırasında öldürürken bile bu denli ciddi bir tepki ortada yoktu. Hatta savaşta yenilen Güneyli askerlerin savaş bittikten sonra normal hayatlarına devam edişi ve onların dahi ciddi bir tepki ortaya koymayışı tarihçiler tarafından not edilmiş bir gerçektir. Vietnam Savaşıyla değişen halk tepkisinin sebebi nedir o zaman?

1 2
Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.