Atletlerin, özellikle de elit atletlerin zihni bizimkinden farklı çalışıyor. Spor içsel ya da dışsal bir rekabet ortamı içerisinde insanların fiziksel ve mental kusursuzluğunu gerektiriyor. Atletler de bunu sağlamaya çalışıyorlar, her an, her saniye. Bunu sağlamak için odaklanmaları gerekiyor. Konsantrasyonlarını handikaplara rağmen doğru yere aktarmaları gerekiyor. Çok ama çok çalışmaları gerekiyor ve bu çalışmaları rutine oturtmaları gerekiyor. Bazı sporcular bunu dış etkenler olmadan, iç güçleriyle yapabiliyorlar.

Bazıları ise bir rakibe ihtiyaç duyuyor.

Bu sebepten spor tarihi efsanevi bireysel rekabetlerle dolu. Motor sporlarında Ayrton Senna ve Alain Prost‘un rekabeti efsanedir örneğin. Yaşı tutanlar sonraki yıllarda Michael Schumacher ve Mika Hakkinen‘in bayrağı devralışını hatırlar. Bir döneme damga vuran Rafael Nadal ve Roger Federer rekabeti hem iki tenisçiyi, hem de komple tenis sporunu ileriye itmiştir. Futbolda da çağımızın fenomenleri Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo karşılıklı olarak birbirlerini iter ve birbirlerinden beslenirler. Ancak dürüst olalım, tüm spor tarihinde “Yazsan ancak bu kadar olur” diyeceğimiz bir bireysel rekabet vardır. Magic Johnson vs. Larry Bird.

İlk olarak üniversite çağında isimlerini Amerika’ya duyurur bu iki oyuncu. İkisi de fakir ve kalabalık ailelerin çocuklarıdır. İkisinin de hayatlarını basketbol kurtarır. İkisi de memleketlerinin üniversitelerini NCAA finaline taşırlar. Onların karşı karşıya geldikleri 1979 NCAA finali bugüne bugün hâlâ Amerikan üniversite basketbolunun en yüksek reyting alan karşılaşmasıdır. Aynı sene lige girerler. Birbiriyle yarım asırdır çekişen Boston Celtics ve Los Angeles Lakers‘ın yolunu tutarlar. İlk senesinde Bird yılın çaylağı seçilir. Johnson ise takımını şampiyonluğa taşıyıp Finaller MVP’si ödülünü alır.

Ligin imaj problemini düzeltip, reytingleri arttırmak ve ilgiyi yükseltmek için fırsat kollayan NBA bu elle çizsen denk gelmez simetriyi vurgulamaya başlar. Biri siyah, biri beyaz; biri varoştan, biri köylü; biri sıcakkanlı, biri utangaç ancak ikisi de kemik gibi basketbolcu olan Bird ve Johnson‘ın rekabeti reklam panolarına, oradan televizyonlara, oradan video oyunlarına kadar taşınır. Reklamdan hayata inen bir fikir değildir bu, hayattan reklama çıkmıştır. Bird her sabah gazeteleri açıp Magic’in kaç skor attığına bakan adamdır. Magic rakibi Yılın Çaylağı seçilince hırslanıp takımını finallere taşır.

Ancak Magic’in HIV virüsünü kaptığı açıklandığında, onu ilk arayanlardan biri ve “babam öldüğünde hissettiklerimi hissettim” diyen Bird’dir. Bird’ün çektiği bel problemlerine rağmen onu ısrarla “sensiz bu olmaz” diye Dream Team’e çağıran da Magic. Çünkü bu ikili sahada birbirlerini gördüklerinde karşıdakini mahvetmek istemelerinin yanında, birbirlerine koskocaman bir saygı da duyarlar. Bu saygının içerisinden de çok özel bir ilişki doğar.

İşte Ezra Edelman’ın 2010 senesinde, ikilinin Jackie MacMullan ile birlikte kaleme aldıkları When The Game Was Ours kitabından esinlenerek yönettiği, HBO’da yayınlanan Magic & Bird: A Courtship of Rivals bu hikayeyi bir saat yirmi yedi dakikada; kaymak gibi, su gibi anlatıyor. Başına oturduğunuz ilk dakikadan itibaren, sonuna kadar gram sıkılmak çok zor. İki efsanevi basketbol figürünün hem sportif, hem de şahsi değerlerini üst üste koyup iç içe işliyor. Pırlanta gibi bir seyirlik sunuyor.

Tam hâlini şu yukarıdan izleyebilirsiniz; bence izlemelisiniz de. Bu zihin yapısından öğrenilecek, kapılacak çok fazla şey var. Hem işin rekabetçi tarafından… hem de o rekabetten çıkan saygıdan…

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.