Before üçlemesini ilk izlediğimde tam olarak nasıl bir hikâyeye adım attığımdan habersizdim. Yani orada burada elbette giflerini, ekran görüntülerini ve repliklerini görüyorsunuz ama bunlar filmi izlediğiniz ana kadar film hakkında herhangi bir izlenim uyandıracak kadar dank etmiyor ve bu çok doğal. Buna rağmen Before üçlemesi için pozitif önyargıya da sahiptim zira başarılı olduğu söylenen filmlerin doksan dakika civarında olmasına bayıldığımı ve böyle filmlere daha çok düştüğümü zamanla fark ediyorum.

Üçleme boyunca aslında bize harika bir aşk hikâyesi anlatılıyor ve bu hikâye anlatımını güzel yapan birçok şey var, dolambaçlı ve neredeyse doğaçlama gibi gözüken diyaloglardan tutun mekân ve zaman seçimlerine kadar pek çok şey filmin bize “doğal” gelen ilgi çekiciliğine katkıda bulunuyor. En basitinden şuna bir baksanıza: ilk film Viyana’da geçiyor, ikinci film Paris, üçüncü film de Yunanistan’da geçiyor. Rüya gibi üç yer, bize filmin içeriği ile birlikte tamamlanmış hissettiren bir doğallık sunuyor ve izlerken gözümüze de kulağımıza da kalbimize de hiçbir şey batmıyor.

Şu iki paragraftan da anlamışınızdır ki benim bu filmler hakkında en çok sevdiğim şey bu denli doğal olmaları- Hani doğaçlama diyaloglardan veya spontane çekimlerden falan bahsetmiyorum, Richard Linklater’ın bu filmleri çekerken gerçekten planladığına ve sandığımızdan çok daha azının doğaçlama olduğuna eminim. Benim bahsettiğim şey üçlemedeki ilişkinin gidişatı, gerçekliği, vuruculuğu.

Yazının geri kalanında spoiler var, filmleri izlemediyseniz okumanızı tavsiye etmem. Lakin böylesine güzel bir üçlemeyi tecrübe etmenizi tüm kalbimle isterim, o yüzden sizi çok vakit kaybetmeden Before üçlemesini izlemeye davet ediyorum. Pişman olmayacaksınız.

Before Sunrise’dan başlayalım. 1995’te çekilmiş Before Sunrise, hayal gibi bir film. Gerçekten tam bir rüya. Trende hoşunuza giden birisi olacak, bu kişi sizden de hoşlanacak, konuşmaya başlayacaksınız, yanına oturacaksınız, bir bakmışsınız sohbet de sarıyor, mizah anlayışı da sizinki gibi… Olaya bakın. Hiç yaşanamayacak kadar hayali de değil, herkesin başına gelebilecek kadar gerçek de değil bu mevzu, böyle bir şey yaşayabilen birisinin belli bir şans birikimine sahip olması gerektiğini anlıyor ve yaşadığı tecrübeye imreniyorsunuz.

Sonra bu kişi ile Viyana gibi bir şehirde yirmi dört saat geçirme fırsatı sunuluyor. Kabul ediyorsunuz. O gece, hayatınızın en güzel gecesi oluyor. Nasıl olmasın? Sizi gerçekten anladığını hissettiğiniz birini bulmuşsunuz, sohbetiniz çok güzel, fazla güzel hatta. Rüya gibi bir gün diyorum ya, gerçekten yirmi dört saatlik bir rüya olduğunu hissediyorum izlerken o filmi. Gün bitiyor, rüya sona eriyor ve gerçek dünyanın dertleri sizi vurmadan bir saniye önce bu kişiyle aynı rüyayı tekrar yaşamak için sözleşiyorsunuz.

Bu filmde iki karakterimiz de nispeten genç ve tecrübesiz. O gece Viyana’da hayatlarının en büyük “çılgınlıklarından” birini yaşıyorlar belki de. Belki de ikisinin de içinde minnacık bir korku ve güvensizlik var ama onlar bunu bir kenara atıp eğlenmeyi seçebilecek kadar umursamaz olma lüksüne sahipler. Birbirlerine kör bir güven duyuyorlar, ikisi de aralarındaki ilişkinin ince bir iplikle birbirine tutuşturulmuş bir rüya olduğunun farkında ama bunun üzerine pek düşmüyorlar. Öyle ki aralarındaki büyü bozulmasın diye bir daha görüşmemeyi seçip bu sözü ancak sabahın korkaklığı onları vurduğunda kırıyorlar.

Aradan on yıl geçiyor. Before Sunset filminde bu ikilinin yeniden bir araya geldiklerini görüyoruz, bu defa ikisi de hayatı birbirinden bağımsız tecrübe edebilmiş iki ayrı insan. Birbirlerinden ayrı geçirdikleri neredeyse on yıl içinde ikisinin de kişiliği epeyce değişmiş, artık genç olmanın verdiği deli cesareti ile atılmak yerine insan ilişkilerinde daha temkinli olan insanlar görüyoruz. Birbirleriyle tartışabiliyorlar, yirmi bir yaşındayken verdikleri kararları sorgulayabiliyorlar. Hatta bazı konularda da birbirlerine kızgınlar, belli ki bazı şeyler yüzünden içerlemişler. Ancak bunları da birbirleriyle konuşabiliyorlar. Kaybetme korkusu, önceki filmde hissettiğimiz o hafif korkaklık, bu filmde pek yok.

Buna rağmen birbirlerini yeniden kaybedecek olmaları inceden inceden ikisini de rahatsız ediyor belli ki. İkisi de mükemmel olmaktan epey uzaklar ama onlara kızmıyoruz çünkü önceki filmde kızabildiğimiz karakterler bu filmde “gerçek” hissettiriyor. Zorlama bir romantizm veya dram yok, ilişkilerini bize satmaya çalışmıyorlar çünkü izlerken biz bu ilişkinin de “gerçek” olduğunu görebiliyoruz. Kavga ediyorlar, konuşuyorlar, birbirlerini kırıyorlar ama düştükleri yerden de kalkıyorlar.

Film ilerledikçe birbirleri arasındaki bağın kuvvetlendiğini hissediyorlar ve filmin sonunda Jesse artık Céline’in, onun için bütün hayatını çöpe atabileceği birisi olduğunu fark ediyor. İroniktir ki ilk filmin sonunda “büyüyü bozmamak adına” birbirleriyle bir daha görüşmemeye karar vermeleri, istemeden de olsa yaşanınca gerçekten de işe yaramış, bu filmde aralarındaki büyünün hala parlak ve güçlü olduğunu görüyoruz. Eh, sonunda da Jesse artık son vuruşu yapıyor ve sihri test edercesine uçağını kaçırmayı, Céline’in yanında kalmayı seçiyor.

Üçüncü film, Before Midnight, bu üçlü arasında en vurucu ve en “gerçek” olanı diye düşünüyorum. Filmler ilerledikçe ikilinin arasındaki romantik ilişki daha da oturmaya başlıyor ve sonunda da bize gerçek aşk denilen şeyin aslında ne olmadığını gösteriyorlar. Bu filmde ilk defa ciddi ciddi kavga ediyor, tartışıyorlar, birbirlerine karşı biriktirdikleri her şeyi birbirinin yüzüne vuruyorlar ve birbirlerini artık sevmediklerini söylüyorlar.

Buna rağmen Jesse’nin dediklerinin gerçek olduğuna biz de en az onun kadar inanıyoruz.

Aşkı istiyorsan, işte burada. Gerçek hayatın ta kendisi. Mükemmel değil ama gerçek.

Jesse de Céline de önceki filmlerde bahsini bile açmadıkları gerçek hayat problemleriyle boğuşuyorlar, izlerken ikisine de hak vermemek mümkün değil. Çok zor günlerden geçiyorlar belli ki. İkisinin de üzerinde artık eskisi kadar genç hissetmemenin verdiği kırgınlık ve yaşının gerekliliklerini yerine getirmenin verdiği bir baskılanma hissi var. Céline, özellikle, bunu Jesse’den daha fazla dile getiriyor.

İş hayatına atılmış çocuklu bir kadın olmanın verdiği yalnızlık hissini öyle bir anlatıyor ki ona hak vermeden geçemiyorsunuz. En yakını, kocası, onu anlamıyor. 1994 yazında beraber olduğu sevgilisi değil bu artık, onunla aynı kişi ama aynı zamanda da değil, kendisi de 1994 yazında Jesse ile beraber olan Céline değil. Çok garip bir ironi bu. İkisi de aynı kişi aslında ama hayatı doğal olarak farklı tecrübe etmiş ve bunun sonucunda birbirinden oldukça farklılaşmış iki insanlar.

Before Midnight kalbinizi birkaç yerinden kırıyor, hatta delik deşik ediyor desem yeridir ama “gerçek aşk”ın tamamen kavga gürültüden ibaret olmadığını da filmin son dakikalarında veriyor bize. Devamını bilmiyoruz tabii ama bir umut ışığı var, aksini iddia etmiş olsalar da, birbirlerini kırmış olsalar da onlar esasında birbirlerini hala seviyorlar.

Richard Linklater, bizim de aslında çok iyi bildiğimiz bir gerçeği kafamıza vura vura anlatıyor: Gerçek aşk dediğimiz şey mükemmel değildir. Hiçbir şey mükemmel değildir. Bazen önünüzde dik bir yokuş olur ve birbirinizi itmek zorunda kalırsınız, bazen birinizin ayağı kayar ve öbürü onu tutmak zorunda kalır, bazen ikiniz birden düşersiniz ama eninde sonunda ayağa kalkar ve birbirinizle konuşursunuz çünkü “gerçek” olan bir aşk bunu talep eder sizden. Mükemmel bir ilişki yoktur, hayatın gerçeklerinden korkup kaçmamış ve her şeye rağmen sağlıklı iletişime geri dönebilen iki insanın arasında her geçen gün güçlenen bir bağ vardır.

Bunların hepsi çok klişe şeyler aslında, ben de en az sizin kadar farkındayım. Farkında olmadığım tek şey bu klişenin aslında ne kadar sert bir gerçek olduğuydu, onu da Before üçlemesini izledikten sonra boş boş duvara bakarken anladım. Ethan Hawke bu üçlemeyi harika bir şekilde anlatıyor aslında: “İlk film olabilecekler hakkındaydı, ikinci film olması gereken hakkında. Before Midnight ise aslında olan hakkında.”

Before Sunrise, bize gerçek hayattan kopuk, tek gecelik bir masal sunuyor. Before Sunset bu masalı gerçek hayata bir adım daha yaklaştırıyor. Before Midnight ise pür ve soğuk gerçekliği anlatıyor. Bize insan ilişkilerinin şarkılarda ve kitaplarda anlatıldığı gibi olmadığını gösteriyor ama bunun o kadar da kötü bir şey olmadığına inandırıyor.

Zaman geçtikçe bu üçlemeyi daha çok seviyorum ve eminim ki bundan on yıl sonra yeniden izlediğimde de çok seveceğim. Sevmezsem burada yeniden buluşalım sizinle. Hatta gelin sözleşelim, on yıl sonra tam olarak burada yeniden buluşuyoruz, olur mu? Sakın treninizi kaçırmayın, hiçbir bahaneyi kabul etmem ona göre!

Siz ne düşünüyorsunuz? Before üçlemesi size neler hissettiriyor? Yorumlara bekliyorum hepinizi.

Author

Batı Edebiyatları okur, kedi sever. Bir de buralarda yazıp çizer. @mightbeyagmur

1 Comment

  1. jesus christ Reply

    çok güzel bir yazı olmuş eline sağlık. izlediğimde çok etkilendiğim, bittikten sonra üzerine fazla kafa yormasam da, bitecek diye kıyamayarak izlediğim bir üçlemeydi. kıyamadım çünkü harika bir dünya sunmuştu ve o dünyadan gerçekten bir şeyler öğrenmek istiyordum. sanırım izlerken hoşumuza gitmesi, fakat çok üzerinde durmamamız ve zamanla bu saygının artması bu zaman içinde büyümemizle alakalı, tıpkı karakterler gibi 😉 Seride aşırı olgun ve ayaklara yere basan bir bakış açısıyla o mükemmel hayalperest dünya ve sonuçları anlatılıyor.
    bittikten sonra pek kafa yormadım desem de filmlerin uzun müddet aklıma geldiğini, istemsizce kafamda yer edindiğini hatırlıyorum. sonun midnight kadar çarpıcı olacağını da tahmin edemezdim. bana kalırsa seri sinemada romantik filmin ulaşabileceği en yüksek noktaydı. Richard linklaterın elinden öpüyorum. feci değerli bir eser bu.

jesus christ için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.