Yakın zamanda, pek fazla izlemediğim fakat izlemek istediğim yönetmenlerin filmlerini bir yerden başlamak gerek diyerek yavaştan izlemeye başladım. Xavier Dolan’dır, Agnés Varda’dır, Park Chan-Wook’tur… Bu yönetmen listesine kendisinden ne izlesem hayran kaldığım fakat hak ettiği kadar çok filmini izlemediğimi düşündüğüm Stanley Kubrick’i de ekleyince uzun süredir izlemek istediğim Full Metal Jacket’a bir şans vereyim dedim. Sonucunda da bayağıdır bu kadar şiirsel bir şey izlemediğimi ve böyle bir şey görmeye ihtiyacım olduğunu fark ettim.

Peşin peşin söylüyorum: Buraya Full Metal Jacket övmek için gelmedim. Yazacağım şeyler bu filmi övmek amacıyla yazılmıyor, ben yalnızca izlenimlerimi paylaşacağım. Stanley Kubrick’in filmlerinin benim övgüme ihtiyacı olduğunu da zannetmiyorum zaten zira Kubrick dendiğinde akan sular durur. Onun yerine, Full Metal Jacket’in “dehümanizasyon” olarak da nitelendirdiğimiz, “insanı canavarlaştırma/insanlıktan çıkartma” temasını işleyişini, bunu yaparken de insanın çift yönlü doğasından nasıl bahsettiğini anlatacağım. Evet, bütün o kırk beş dakikalık hakaret ve bir saatlik savaş sekanslarının arasında Kubrick bize güzel görüntülerden daha fazlasını vererek bu iki temayı anlatmayı başarıyor ve bunu o kadar güzel yapıyor ki üzerine yazılar yazasım geliyor. Derin mevzulara başladık mı şimdiden yahu, dur Yağmur bir çay koyalım!

İnsanları canavarlaştırma teması benim bayağıdır ilgimi çeken bir konu aslında. Edebiyatta da sinemada da bu süreci ve bu sürecin etkilerini görmek hoşuma gidiyor. Sürecin iyiliğinden veya kötülüğünden bahsetmiyorum elbette, ona bu yazının sonunda siz karar verin, benim yalnızca belirli davranışların insanların psikolojilerini nasıl etkilediğini ve sınırlarını nasıl zorladıklarını görmek hoşuma gidiyor. Full Metal Jacket, dehümanizasyon sürecini savaş üzerinden anlatıyor. İnsanların ne uğruna savaştığını bile tam olarak bilememesini, savaşın yıkıcılığını, fiziksel ve ruhsal anlamda yoruculuğunu şiir gibi anlatıyor.

Filmin ilk yarısı, muhtemelen hepimizin bildiği askeri eğitim sahnelerinden oluşuyor. R. Lee Ermey’nin efsanevi performansını övmeyi başkalarına bırakıyorum, ben ondan değil de karakterinden bahsetmek istiyorum biraz. Neredeyse bir sadist olarak niteleyebileceğim Çavuş Hartman karakteri adeta insanları birer silaha çevirmeye çalışan bir makine gibi. Onun askerleri başlangıçta hakaretler ve küçük düşürmelerle, sonrasında da silahlarını onların bir parçası haline getirmesiyle etkilediğini görüyoruz. Bunu en açık ve net Pyle ve Joker ikilisi üzerinden anlatabilirim, onun teröründen en çok etkilenen iki kişi bu. Yoksa, etkilenmeyen mi demeliyim? Açıklıyorum hemen.

Diğer askerlere göre daha kilolu, daha beceriksiz olan Pyle, Hartman’ın gözüne kestirdiği ilk isim oluyor. Pyle, fiziksel eğitim esnasında diğer askerlere yetişemiyor. Hartman da ona giydirdikçe giydiriyor, hatta Hartman’ın en efsane hakaretlerini ona bağırırken duyuyoruz. “O kadar çirkinsin ki bir modern sanat eseri olabilirsin,” diye bağırıyor ona. Filmin en çok güldüren sahneleri de burada zaten. Durum böyle olunca askerlerden Joker, Pyle’a yardımcı olmaya başlıyor. Joker’in yardımıyla artık bir şeyler başarabilen Pyle için tam her şey iyiye gidiyorken Hartman, bir karar veriyor: Artık Pyle’ın yaptığı hatalardan bütün askerleri sorumlu tutmaya başlıyor. Böylece herkes Pyle’a düşman kesiliyor. Henüz insanlığını yitirmemiş olan Pyle da aklını yitirmeye başlıyor.

Pyle’ın ruhsal durumu o kadar kötü bir noktaya gidiyor ki onun önce Hartman’ı sonra da kendini vurduğunu görüyoruz. Var olan tüm karakterler arasında makineleşemeyen, bir silah haline gelemeyen, var olmak için gerçekten bir savaş veren tek karakter de böylece yönetmenin acımasızlığıyla, tek kalemde siliniyor.

Filmin ilk yarısı ve ikinci yarısındaki dramatik değişimi bu noktada görmeye başlıyoruz zira ikinci yarıyla ilk yarı arasında ilk bakışta hiç bağlantı yok gibi. Bu sefer Vietnam savaşının ortasındayız. Ne bir eğitim var ne de askerlere bağıran bir çavuş. Filmin renk paleti bile anında değişiyor. E biz az önce ne izledik, Pyle delirmişti, Joker onun arkadaşıydı hani, neden bu olay onu hiç etkilemedi? Az önce gözlerinin önünde bir adam hem çavuşu hem de kendisini vurdu, hiç önemli değil miydi bu?

İşte dehümanizasyon dediğimiz süreçten de tam burada bahsediyoruz. Kubrick’e göre, bir savaşta hayatta kalabilmenin tek yolu diğer insanları öldürmek- diğer insanları öldürmek için de kendimizi insanlıktan soyutlamamız gerekiyor. Bir insan olmaktan vazgeçmemiz, bir makine olmamız lazım. İnsanlıktan çıktığımızın farkına varsak bile bunun da üstesinden gelebiliyor olmamız lazım, güçlü olmamız lazım. İnsanüstü bir güçten bahsediyoruz burada. Duygulara yer yok.

En başta Joker’in, sonra da bütün askerlerin Pyle’ın delirmesine beklediğimiz tepkiyi göstermemesinin sebebi bu. Onların gerçekten bir makine haline geldiğini, insanlıktan çıktığını Kubrick bize ilk etapta böyle gösteriyor. Karakterler, bir noktadan sonra yalnızca savaşa odaklanıyor. Bu insanlar barış simgesinin rozetini takıyorlar fakat kafalarında “Born To Kill” yazıyor, bu insanlar bir noktada “Mahallemde gerçekten bir adam öldürmüş ilk kişi olmak istiyorum,” diyorlar. Farklı bir bağlamda olsaydı bizi dehşete düşürürdü fakat bir savaştan bahsederken normal geliyor. Yani yalnızca dehümanizasyon sürecini değil, bu süreci normalleştirmemizi de eleştiriyor Kubrick. Bunu yaparken de seyirciyi duygularıyla baş başa bırakıyor, sen değil miydin askerlere edilen hakaretlere gülüp geçen? Onların duygularını yitirmesini, bir silaha dönüşmesini gülerek izleyen biz değil miydik? O halde şu noktada nasıl ahlaktan bahsedebiliriz ki? Biz de kötüyüz.

Yalnız unutmamak lazım ki bir insan ne tamamen kötüdür ne de tamamen iyi. Film boyunca izlediğimiz karakterler esasında birbirini öldürüyor, evet, lakin bunun yanında nefretimize layık karakterler de değiller. Onları bir noktada veya öbüründe anlıyoruz, bazen kendimizi onların yerine bile koyabiliyoruz. Baksanıza, Pyle diğerlerine kıyasla çok daha “normal” bir karakterdi ve o bile bir noktada delirdi. Diğer karakterler ne yapsınlar, onlar da kötü insanlar değiller esasında. Yalnızca değiştirilmişler, makineleştirilmişler. Bir madalyonun iki yüzü; Bir insan hem iyi bir dost hem de azılı bir düşman olabilir. Bu ikisi aynı anda da olabilir.

Öldürülmek için yalvaran asker kızı hatırlayın. Kız yaralı ve acı içindeydi, Joker de onu merhamet duygusuyla öldürdü. Diğer askerler bu karara destek çıkmadılar yalnız, dostlarını öldüren bu kişiyi acı içinde yerde bırakmak istiyorlardı. Joker bu kızı acısından kurtarınca da ironik bir şekilde Joker’in kararını eleştirdiler. Eh, o noktaya kadar siz de asker öldürüyordunuz, bu askerin diğerlerinden farkı neydi o halde? O da herhangi bir sayı, bir “body count” değil mi?

Farkı şurada, Joker bu askeri bir “asker” olduğu için öldürmedi. Arkadaşları da bunun farkındaydı. Kızı yalnızca acısını dindirmek için vurdu. O noktada, kızın hayatta kalması ona daha fazla acı verecekti. Ne ironik değil mi? Joker’in arkadaşları bu noktada Joker’i bir “öldürme makinası” olarak değil de duygulara sahip gerçek bir insan olarak gördüler. Bu sahnelerle insanın çift doğasından bahseden Kubrick, burada dehümanizasyon sürecinin nasıl da acımasız olduğunu bir kez daha vurgulamış oluyor.  

Dehümanizasyon dediğim sürecin insanların gerçeklik algısını nasıl etkilediğini de aynı sahnede görmüş oluyoruz. Yardıma ihtiyacı olan birini gördüğümüzde yapacağımız ilk şey bir şekilde o kişiye el uzatmak olur, daha fazla zarar vermek değil. Acı çeken insanlar gördüğümüzde de aklımıza gelen ilk şey o kişinin acısına son vermek olur. Yalnız filmin ilk yarısındaki gibi bir eğitimden geçen bireylerin gerçeklik algısı böyle işlemiyor, bu insanlar ölü bir adamı komedi malzemesi haline getirip onunla dalga geçen insanlar. İnsan vücudu ve hisleri onlar için bir gerçeklik değil, yalnızca önlerine çıkan engel veya amaçlarına ulaşmakta kullanacakları birer araç.

Filmin iki yarısı arasındaki dramatik geçiş de seyirciye savaşın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek konusunda çok başarılı. Buradaki insanlar da tak diye savaşın ortasına atıldı, biz de. Bunun yanında filmin ilk yarısındaki eğitim sahnesinin tonunun, filmin ikinci yarısıyla oluşturduğu tezatlık da savaş sahnelerinin kaotikliğini arttırıyor. Full Metal Jacket’ın başından beri kafamıza bomba düşmüyor sonuçta. Bir anda bombaların patladığı, silahların atıldığı bir atmosferde kendimizi bulunca afallıyoruz. Aynı askerler gibi.

İşte diyorum ya size, şiir gibi bir film. Her noktası, her ayrıntısı ayrı güzel. Anlatmak istediği şeyi yalnızca gösteren değil, bunun yanında yaşatan yönetmenlere saygım sonsuz. Full Metal Jacket da öyle işte, savaşın acımasızlığını bize de tattırıyor. Bunu yaparken çok güzel temalardan bahsediyor, hem güldürüyor hem de ağlatıyor. Peki ya siz neler düşünüyorsunuz, merak ediyorum. Yorumlarda buluşalım mı?

Author

Batı Edebiyatları okur, kedi sever. Bir de buralarda yazıp çizer. @mightbeyagmur

2 Comments

  1. İlginçtir ki ben de tam 13 Ekim’de aynı senin gibi kendi kendime yaptığım “Daha fazla Kubrick izlemeliyim!” çıkışıyla bu filmi izledim. Günlerdir filmin müzikleri ağzımda ve sahneleri YouTube’dan tekrar tekrar açıp izliyorum.
    Yazında bir konuya katılmıyorum; Bence Pyle senin bahsettiğinin tam aksine ilk makineleşen askerdi. Bunu neredeyse insan üstü silah kullanımında, bir psikopat gibi silahıyla konuşmasında, boş bakışlarında görebiliyoruz. Ve bence, ilk makineleşen kişinin Pyle olmasındaki en büyük etken, kendisinin zeka ve entelektüel bilgi birikimi açısından diğer askerlere kıyasla bir tık daha geride olması.
    Ve hatta daha da ilginci, bence varoluşu için direnen ve aralarında kendi olarak kalmayı başarmış olan biri varsa o da Animal Mother’dır. Çünkü Animal Mother savaşın da, yaptığı şeyin nasıl bir şey olduğunun da, insan hayatının grup sağlığından daha kıymetli olduğunun da bilincindedir.

    Doğrusunu istersen, eş zamanlı izlediğimiz bir film üzerinde aynı düşüncelere sahip olmadığım birini bulmuş olmak beni çok mutlu etti. Daha bir çok film eleştirinde de kendimden farklı renkleri görebilmeyi umuyorum.

    Hadi! İzlemeye devam edelim.

    • Yağmur Sevinç Reply

      Yoruma açık filmlerin de güzelliği bu sanırım. Farklı bakış açılarıyla izlediğimiz için çok farklı şeyler çıkartabiliyoruz, Kubrick bize açık açık “Bakın bu askerin vahim durumuna, bakın ne oldu buna” demedi ama biz iki farklı yorum getirebildik, bu harika bir şey. Aynı zamanlarda izlememiz de çok tatlı olmuş, her zaman daha fazla Kubrick için zaman vardır!
      Ben de aynı şekilde benim düşünmediğim noktaları bana sunan yorumları okumayı çok severim, bu harika yorum için de teşekkür ediyorum! ♥

Şevval için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.