Burada yazma nedenlerimden biri de sinemayla yaşadığım düzeyli/düzeysiz flörtleri paylaşabilmek. Konu sinema olduğunda çok flörtöz bir kişilik olduğumu söyleyebilirim. Her türden, her coğrafyadan bazen gündeme ayak sokan bazen de Türkiye kıyılarına vurmamış filmler hakkında size yazıp bunların bana göre izlemeye değer olup olmadığını anlatmak istiyorum. Ama bunu yaparken “Otör burada klasik sinema biçimine kendi döneminin buhranını sığdırarak post-modern sinemaya orta parmak göstermiş.” gibi cümleleri değil de bunun bir tavsiye yazısı olduğunu unutmadan daha bizden cümleleri kullanıcam.

Kendimi anlatabildiysem sizinle paylaşacağım ilk flörte; Frank‘e gelelim.

frank 0

Jon Ronson ve Peter Straughan’ın yazıp Lenny Abrahamson’ın yönettiği İngiliz yapımı film ülkemizde 16 Mayıs ’14 tarihinde vizyona girmiş. Film sektörde “indie” diye adlandırılan bizim yörede bağımsız film dediğimiz filmlerden. Benim nezdimde bu filme bir artı puan getiriyor. Çünkü yüklü bir bütçeye ihtiyaç duymayan konusuyla dev şirketlere bel bağlamama anlamına gelir genelde bu Böylelikle yönetmen ve senaristin kimseye hesap vermeden ortaya kendi işlerini koymasına olanak tanınır. Komedi-Müzik-Dram türlerinde kabul edilse de The Freshies grubunun solisti Frank Sidebottom’dan etkilendiğinden biyografi türünde de kabul edebiliriz bu işi. Zaten yönetmenine Biografilm Europa Audience Ödülü’nü kazandırmasıyla da bunu pekiştiriyor. Küçük-büyük bir çok ödüle de aday olan, 13 ödülü de evine götüren film itibar gören film festivaller; Sundance, San Francisco International, British Independent film festivallerinde ve bizim buranın abisi İstanbul Film festivalinde boy göstermiş. Pek de beğenilmiş.

Jon kendi müziğini keşfetmeye çalışan bir orgcudur. Müzik anlayışı çevresinde gördüklerini melodileştirmekten öteye geçemediğinden müziğini keşfetmekte başarılı değildir. Bir gün sahilde gözlerini kapayıp şehri dinlemek üzereyken deniz kıyısında bir hareketlenme görür. Bir adam İngiltere’nin soğuk sularında kendini boğmaya çalışmaktadır. Frank’in yanında duran cool bir abi olayı kayıtsızca izliyordur. Jon sonradan intihar etmeye çalışan arkadaşın yanında duran arkadaşla aynı müzik grubunda olduğunu ve orgcu olduğunu öğrenir. O an ne diyeceğini bilemeyen Jon kendininde orgcu olduğunu söyler ve aniden kendini soğuk sularda komaya girip hastaneye götürülen adamın eski grubu The Soronfrbs grubunda orgcu olarak bulur.

Ona denilen saatte bir mekana gittiğinde daha grup üyelerinin yüzünü görmeden, bir prova yapmadan, hey ben Jon demeden sahneye itilir. Sahnede farklı enstrümanlarla hiç bir şeye benzemeyen sesler çıkaran grup üyeleri vardır. Jon tereddütle orgun başına geçtiğinde grubun solisti sahneye teşrif eder. Solist Frank kafasına, kartondan başka bir kafa takan dinlediğimizde bize rastgele sözcükler gibi gelen sözlerle şarkı söyleyen eşsiz bir müzik felsefesi olan bir adamdır. Jon artık Frank’in önderliğindeki Soronfrbs’un bir parçasıdır. Grubu popüler etme misyonunu kendine yükleyerek grupla beraber yurt dışına dağ evine bir çeşit müzik keşfetme kampına gider. Film bu noktadan sonra sokakta görseniz ucube diyeceğiniz Frank’in felsefesine (film sonunda bile anlamasak da) saygı duymamızı sağlayan bir sanat eserine dönüşür.

frank 2

Frank, Pitch Perfect gibi çok farklı kişilerin anlaşıp müzik yapmasının hikayesini işlemiyor. Man From Earth şeklinde kamp evinde ciddi meselelerinde tartışıldığı, müzik üzerine kafa yorulduğu bir tüp senaryo da değil. Bir krem peynire daha çok benzese de o da değil. Bu nedenlerle yenilmez. Ama inanın bana izlenir.

Frank az karakterli bir film olduğundan öyle sürpriz isimler saymak söz konusu değil. Ancak bir şey var ki sizi filmi izlemeye ikna edeceğine inanıyorum: Frank’in kaskının altında oynayan oyuncu Michael Fassbender! Yeni nesil Magneto, bu yılın Steve Jobs’ı ve Macbeth’i, seneye vizyona girecek Assassin’s Creed’in Assassin’i; Callum! Filmin PoV karakteri Jon’u oynayan Domhnall Gleeson’ı ise Harry Potter’dan Bill Weasley, Ex Machina’dan Caleb olarak tanıyoruz. Kendisi yeni Star Wars filminde General Hux rolünde oynayacakmış. Tanıdık son bir isim de Maggie Gyllenhaal. Kendisini Kara Şövalye Üçlemesi ve Donnie Darko’dan hatırlayabilirsiniz.
Diğer oyuncularla bir tanışıklığım olmasa da hepsi iyi, temiz çocuklar.

Makyajı çok abartmamışım di mi canım yaa?
Makyajı çok abartmamışım di mi canım yaa?

Film başta oyuncu performansları, sonra Amerikan sinemasını öcü gibi göstermeden, ondan uzak kalmaya çalışan tavrıyla beni kendine bağladı. Film, sonunda felsefe edinmeyeceğinizi bilmenize rağmen akıl hastası olduğu bariz olan ama kaygısızlığına imrendiğiniz Frank’in, hayat görüşünü heyecanla anlamaya çalışmanıza neden oluyor.

Bu düşünsel merak bence bu tarz ağır işleyen sanatsal filmler için önemli bir nokta. Çünkü “Filme kapılmak zorunda değilsin, biz bir şeyler çektik sen de izliyorsun işte.” diyen Fransız tipi filmlerde sabır eşiği düşük olan sinefiller bayma noktasına gelirken, Amerikan tipi “Şimdi nolucak? Bu çözüldü peki şimdi nolucak? Ayy nolucak?” filmlerde yorulup izlediğiniz dakikalardan keyif alırken film bitince hiçbir detayı yakalayamadığınızı fark edebiliyorsunuz. İşte İngiliz sinemasının bu ikisi arasında edindiği sentez konum damakta yavaş dağılan hoş bir tat bırakıyor.Örneğin Don kendini astığında onun (yedek maskenin Çehov’un Silahı şeklinde bize gösterilmesine rağmen) Frank olduğuna bir an için inanmamız bahsettiğim dinamiğe bir örnek.

Konuşulması gereken diğer nokta tabii ki final: Grup dağıldığında, biz izleyiciler Frank’in depresyonu ve Jon’un bencil çabasıyla baş başa kaldığımızda kafamızı başka bir kafanın içine sokasımız geliyor. Her gün dinlediğimiz müzik anlamsız ve uhsuz gelmeye başlıyor. Jon’u boğma isteği tavan yapıyor. Frank’in sahneye yığıldığı sahnede bizde oturduğumuz koltuğa kendimizi bırakıyoruz. Demek ki filmin final noktasında kafasını başka bir karton kafaya sokan, dadaist diyebileceğimiz bir müzik yapan, psikoloji bilgimin teşhis koyamayacağı bazı sorunları olan Frank’le bile kendimizi o kadar özdeşleştiriyoruz ki, o maske düştüğünde biz de kendimizi çıplak hissediyor ve Frank tekrar sahneye çıkıp ilk kez duygularını açık edecek cümlelerle şarkı söylemeye başladığında rahatlıyor, yuvaya dönmüş gibi hissediyoruz.

Bu film işte sırf bu duygular, bu empati deneyimi için izlenir.

İyi seyirler!

Author

Lord olmak için yola çıkan gariban geek kendini bir anda yazar olarak buldu. Geek kültürüyle küçük şakalaşmalarını, sinemayla flörtlerini yazıya dökmek için burada. Muhitte Geek_Lord olarak bulabilirsiniz.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.