Hollywood’un içerisinde çekilen her başarılı filmin illa ki devamı gelir ve bu süreç, yapımcıların insafına ve devam filmlerinin başarısına bağlı olarak, sonu gelmez devam filmleri silsilesi şeklinde devam eder. Öyle ki, bir uzay filmi, hiç planlanmadığı halde, sırf çok sevildiği için, kendi hikâyesini takip eden altı, kendisinden öncesini anlatan üç ve aralarda -sırf hikâye içerisinde sevildiler diye- ayrıca hayat hikâyelerinin olduğu iki filme; dört animasyon, bir live-action diziye ve daha sayabileceğim nice yapıma sahip olabilir. Ya da bir korku filminin, baş karakteri ve hikâyesi çok sevildiği için cılkı çıkana dek devam filmi çekilip, sonra tekrardan başlatılıp, tekrar cılkının çıktığı yere dek devam filmi çekilebilir.

Bunun gibi örneklerin yanında, hiçbir zaman bir devam filmi çekilememiş filmler veya çekilip de istenen başarıyı sağlayamamış filmler de olabilir. Bu başarı ve başarısızlıkların farklı sebepleri olabilir; belki filmler gerçekten de çok kötüdür, belki filmin yapım sürecinde yer alan bir veya birkaç kişinin kişisel yaşamlarındaki hatalar, filmin gidişatını etkileyebilir. Belki de filmin, iyi bir film olmasına ve gelecek vaat etmesine rağmen, tanıtımındaki sıkıntılardan dolayı önü kesilmiştir.

tron 1

Bu iki paragraf boyunca anlattığım durum, tam da Tron Legacy filminin başına gelen durumla eşdeğer. Bu film, benim için ayrı bir yere sahip, çünkü anlattığı hikâye, görsel kalitesi, oyunculukları, ilerleyişi, kısacası her ayrıntısıyla kendisine ait bir yeri olan, sağlam bir film. Disney’in en orijinal serisinin ikinci ve şu ana dek son filmi olan bu film, 2011 yılında çıktığında, o zamanki muadillerinden apayrı bir yerdeydi.

Öncelikle bu filmin de öncesine gidelim. 1982 yılında vizyona giren Tron, Steven Lisberger‘in yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği, bir süper-bilgisayarın içindeki sanal bir dünyayı anlatan; Jeff Bridges, Bruce Boxleitner ve Cindy Morgan‘ın başrollerini paylaştığı bir bilim-kurgu filmi. Bu filmde, Encom şirketinin eski bir çalışanı olan Kevin Flynn’in, kendisinin yazdığı oyunları çalan şirket sahibi Edward Dillinger ve onun kötücül programı Master Control tarafından sanal dünyada bir hayatta kalma savaşına sürüklenmesi anlatılıyor.

Film, o dönem için fazlasıyla cesaret isteyen bir alana girip, tamamıyle bilgisayar grafiklerinden oluşan bir dünya yaratmış ve bu dünyayı uygulamada gayet de başarılı olmuştu. O döneme göre ileri bir CGI ile oluşturulmuş dünyanın her ayrıntısı, karakterlerin kostümleri, binalar, araçlar, kısacası her şey, dönemin meşhur Fransız çizgi roman çizeri Jean “Moebius” Giraud tarafından tasarlanmış ve Disney’in muhteşem bilgisayar animasyon takımı tarafından hayata geçirilmişti. Programların ışıklı devreler içeren kostümleri, hem savaşmak hem de kimliklerini belirlemek için kullandıkları diskler, arkalarında ışıktan duvarlar bırakan ışık motorsikletleri (lightcycle), devriye için kullanılan tuhaf ve özgün şekilli tanımlayıcılar (recognizer), öncesinde The Shining ve Otomatik Portakal filmlerinin müziklerini yapmış olan Wendy Carlos‘un muhteşem soundtrack‘i ve programlar ile onları yaratan kullanıcılar arasındaki Tanrı-insan benzeri ilişkiler… Hepsi, bu filmi geleceğe taşıyabilecek, onu popüler kültürün de üstüne çıkarabilecek faktörlerdi fakat maalesef öyle olmadı.

Film, özel efekt dalında Oscar adayı oldu fakat o dönemki Akademi tarafından, “Özel efektleri bilgisayar ile yapmak hileye girer.” denilerek diskalifiye edildi. Bunun üzerine iki kez vizyona girmesine rağmen, ikisinde de umduğu hasılatı bulamayan Disney, bu filmi tozlu raflarına gömmeye karar verdi. Fakat ilginç bir biçimde, film, aradan geçen yıllar içerisinde kültleşti ve kendisine her yaştan sağlam bir hayran kitlesi yarattı. O kadar ki, yavaş yavaş sesini duyurmaya başlayan bu hayran kitlesi sayesinde, yirmi sekiz yıl sonra Disney, Tron’a bir devam filmi çekmeye karar verdi. Tron Legacy ismini verdiği bu devam filmi, yeni bir yönetmen olan Joseph Kosinski ve Steven Lisberger’in ellerine verildi. Bu ikili, Jeff Bridges, Garrett Hedlund, Olivia Wilde ve Good Omens‘in Aziraphale’i Michael Sheen ile, ilk filmin üzerine çıkmak için var güçleriyle çalışmaya başladılar ve başarılı da oldular. Bu başarının birkaç sebebi var ve biz, bu yazıda bunları inceleyeceğiz.

tron 4

Öncelikle film, ilk filmin bittiği yerden başlamak yerine, ilk filmin kahramanlarının yeni hayatlarını sunuyor bize. Baş karakterimiz Kevin Flynn, tüm hayallerine kavuşmuş, Encom’un başına geçmiş, oğluyla muhteşem bir hayat yaşamakta ve bir yandan da kendisine özel bir bilgisayarın içerisinde yepyeni bir dünya kurmaktadır. İlk filmdeki sistemden etkilenen Flynn, oradan Tron isminde bir programı alıp kendi sisteminin güvenliğini devreder. Aynı sisteme sürekli girip çıkacak zamanı olmadığı için, Clu adında, kendisinin birebir kopyası olan bir programı da sistem yöneticiliğine atar ve bu üçlü, Grid adını verdiğimiz söz konusu sistemi beraber inşa eder.

Bu bilgileri heyecanla oğluna anlatan Kevin Flynn, hem oğluna hem de dünyaya göstermek istediği bu sistemi ve içerisinde yeni bulduğu “mucizevi yaşam formları”nı gösteremeden, filmin zaman çizgisine göre 1989 yılında kaybolur. Neden ve nereye kaybolduğu bilinmeyen Kevin Flynn’in yokluğunda hem oğlu hem de şirketi zor günler geçirir. Yirmi bir yıl sonra gelen bir çağrı cihazı mesajıyla babasını tekrardan aramaya çıkan Sam Flynn‘in, onun bilgisayar sistemini keşfedip, kazayla içerisine girmesiyle, biz de yeni Grid’in içerisine giriyoruz.

Kevin Flynn’in deyişiyle “dijital dünyanın en uç noktası” olan Grid, sınırları ışık devreleriyle belirlenmiş binalar, yollar, programlar ve araçlarla karşılıyor bizi. Sıradan yerlerin ve programların ışıklarının renkleri mavi, yeşil gibi renklerken, üst kademedeki askerler programların ışıklarının renkleri turuncu, kırmızı ve sarı renklerde oluyor. Bu dünyada da ilk filmde gördüğümüz tanımlayıcılar, ışık motorsikletleri, kimlik diskleri ve daha bunun gibi birçok araçlar karşılıyor bizi. Bu filmdeki tasarım daha karanlık ve daha neon ışıldamalar üzerine, hatta bazı mekânlar yer yer cyberpunk tasarım ögeleri içeriyor. Fakat bu dünya, cyberpunk olmak için fazla mükemmel. Elbette bu dünyada da, öncekinde olduğu gibi oyunlar var fakat önceki filmdeki oyunlar, Flynn’s Arcade salonundaki kullanıcıları memnun etmek için yapılırken, bu filmde ise oyunlar, Roma İmparatorluğu’ndaki gladyatör dövüşleri gibi. Özellikle de ölümüne yapılan disk savaşları, eski olimpiyat oyunlarındaki disklere çok benzer diskler kullanılarak icra ediliyor. Fakat ışık motosikleti yarışları, iki filmde de aynı mantıkla ilerliyor.

Çok fazla uzatmak ve filmi izlememişlere spoiler vermek istemiyorum. Benim görüşüme göre, iki film de çıktıkları tarihte görmesi gerekenden daha az ilgi gördü ve Lucasfilm’in 2012 yılında satın alınması ile Disney, üç senelik bir duraklama sonrasında, 2015 yılında üçüncü bir Tron filminin asla gelmeyeceğini söyledi. Ayrıca o dönemlerde Disney XD’de yayınlanan ve iki filmin arasında olan olayları anlatan spin-off animasyon dizisi Tron Uprising’in tek sezonda kalacağını ilan ederek, benim de içerisinde bulunduğum büyük bir hayran kitlesine sırtını döndü. Bize ise, bu maceradan geriye iki film ve bir animasyon dizisi kaldı.

tron 5

Bütün bu talihsiz hayat öyküsüne rağmen, Tron Legacy, hem ilk filmle bağları güçlü olan hem de ilk filmden tamamen bağımsız biçimde değerlendirilebilen, muhteşem bir devam filmi. Pek çok devam filminin yaptığı gibi önceki filme ölesiye sadık kalmaya çalışmak yerine, onun temel elementlerini alarak yepyeni bir şeye dönüştürmüş ve bu esnada fan-service yapmaya gerek duymamış bile. İlginç bir biçimde, izleyicinin günümüzde benzer türdeki filmlerde göremediği pek çok şeyi de yapmayı becermiştir Tron Legacy. Bizi bir sinematik evrenin kırk filminden herhangi birisiymiş gibi hissettirmektense, kendi içinde, temiz, güzel ve birden fazla temanın beraber etkileyici bir harmoniyle ilerleyebildiği bir hikâye sunmuştur.

İlk filmde, programlar ve kullanıcılar, yani biz insanlar arasında olan tanrı-insan ilişkisi, bu filmde bambaşka bir boyuta taşınmış, bizi Kevin Flynn’in “mucize” olarak tanımladığı, kendi kendilerine oluşmuş, adeta dijital genetik kodlara sahip, programlar gibi mükemmel olmayan ISO’ların da dünyaya ani eklentisiyle, mükemmellik kavramının da sorgulandığı; fedakarlık, aile, zenofobi, yabancılık ve kaybetme gibi temaların da filmin ana hikâyesine eklendiği, bir bilgisayarın içi gibi hissetmediğimiz, gayet canlı, hareketli ve heyecanlı bir dünyanın içerisine sokmuştur. Bir de bunun üzerine Daft Punk’ın seksenlerin synthleriyle klasik orkestra elementlerini birleştirdiği, eski arcade kültüründen fazlasıyla etkilenmiş, muhteşem sountrack‘i de eklenince, film adeta bir şahesere dönüşmüştü doğrusu.

Bu hikâyeden ne Disney’in ne de rakiplerinin hiçbir ders çıkarmadıkları, sonrasında yaptıkları hareketlerle fazlasıyla belli oluyor açıkçası. Umarız başka iyi filmlerin de sonu, bu zamandan sonra böyle bitmez. Kültür tüketicisinin eskiden düşünülenden çok daha etkili olduğunu gördüğümüz günümüzde, böylesi trajik bir öykünün yaşanması daha az olası artık ve en güzel tarafı da şu ki, artık her şey sizin elinizde.

Author

Kendisinden başka mülkü olmayan, tüm insanlığa karşı sevgi dolu, sıradan bir insan. Beat yapmayı, çizgi roman yazıp çizmeyi amatör ruhuyla, profesyonelce sever. Kendisini Instagram'da @thewritermusic adıyla bulmanız mümkündür.

1 Comment

  1. Cloud Blood Reply

    Gerçekten de harika bir filmdi. Disney zaten ancak eski animasyonları film yapar ya da Yıldız Savaşları gibi bir efsaneyi suyu sıkılmış halde bırakır.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.