Yazan: Ege Topoyan

The Lighthouse, 2019 senesi içerisinde çıkan filmler arasında net bir şekilde beni en çok heyecanlandıran filmdi. Robert Eggers, The Witch:  A New England Folktale’de fazlasıyla umut vaat eden bir sinema anlayışıyla izlemesi oldukça zevkli bir film ortaya koymuştu. Sinematografi başta olmak üzere oyunculuklar, müzikler ve set tasarımı, yaratılmak istenen korku hikâyesi atmosferine şahane biçimde eklemleniyordu. Senaryonun yeterince zeki olmaması ve filmin temposunun izleyeni yoracak bir düzende seyretmesi, bir seyirci olarak filmden edindiğim deneyimi oldukça baltalamasına rağmen ortada, sırf konsepti ve anlatılmaya niyet edilen hikâyesiyle bile beni fazlasıyla mutlu eden bir eser vardı. Sonrasında Robert Eggers’ın ikinci uzun metrajı için oyuncu seçimleri duyurulmaya başlandı ve yönetmenin demeçlerinden yola çıkarak auteur’ümüzün önceden duyurduğu Nosferatu üzerinde çalıştığı kanısına vardım ama bir gece ansızın şu fragman düştü:

Bu fragman; kurgusu, müzik kullanımı ve ses tasarımıyla bile bir ders olarak okutulabilir. İzlerken bile  tüylerim diken diken olmuş ve kendimi itinayla hype trenine binerken bulmuştum. Oyuncu seçimlerinden tutun tercih edilen görsel lisana kadar, film, her minik detayı ile benim için yapılmış gibi hissediyordum. The Lighthouse, Cannes Film Festivali‘nde görücüye çıktığı andan itibaren sinema basını, Robert Eggers’ın bebeğine, adeta biz izleyemeyenlere nispet yapar gibi, övgü üzerine övgü döşüyordu. Filmin Türkiye’de vizyona gireceğine dair beklentimiz zaten yoktu, dedik İKSV bir umut ışığı olur, oradan da bir şey çıkmadı. Ta ki ansızın Filmekimi’nde sınırlı da olsa gösterileceği duyurulana kadar. Basının 100 üzerinden 100 verdiği, yurt dışında sinemada izleyen nispeten daha az elit bir grubun ballandıra ballandıra anlattığı ve Türkiye’deki minik bir kitlenin İKSV’nin boğazına sarılmasına sebebiyet veren bu “korku sinemasının yeni miladı”, bu kadar didinmemize değdi mi? Çok içtenlikle söylüyorum ki kesinlikle hayır.

The Lighthouse tek kelimeyle muhteşem başlıyor. Yaratılmak istenen atmosfer belki içinize yeterince işlememiştir diye üstüne bir de Mark Korven, bütün yeteneğiyle bizi koltuklarımıza iyice kilitliyor. Artık bu sinema şölenini afiyetle sindirmeye hazırız. Her kareye ayrı hayran olup, Willem Dafoe üstadın yanında, üstelik böyle zor bir role rağmen sırıtmamayı başararak Good Time ve High Life’tan sonra bir daha bizi kendisine hayran eden müstakbel Batman’imiz Robert Pattinson’ın çok şairane ama bir o kadar da gerçekçi denizci portreleriyle gözlerimiz kamaşırken film, o kadar yanlış yönlere sapıyor ki yaşadığım hayal kırıklığı, kelimelerle anlatılmaz bir hal alıyor. Olsun, denemekten zarar gelmez.

Bir yönetmenin kafasında kurduğu hikâyeyi anlatmak için metaforlardan yararlanmasının filmi zenginleştirdiği kanısındayım. Hatta bir filmi izledikten sonra “Bu filmde benim anladığımın ötesinde bir şeyler olmalı” merakı ve bunun sonucunda yapılan okumalarla gelen tatmin hissinin yerini, çok az şey tutabilir. Yönetmenlerinin çok daha tecrübeli olmasının da getirisiyle Mother! ve The Lobster filmleri, benim bu arzularımı fazlasıyla karşılamışken The Lighthouse, kaldıramayacağı bir yükün altına girince çok fena duvara toslamış. Bunun en temel sebebi de filmde yapılan mitolojik göndermelerin hizmet ettiği bir olay örgüsünün olmaması.

Bu olay örgüsü eksikliği de film boyunca olan bitenleri takip etme motivasyonumu tamamen ortadan kaldırdı. “İki adam temel içgüdüleriyle baş ederken gerçeklikten kopuyor”  konusu bize anlatılacak sanırken film, ikinci yarısında bunu da unutuyor ve devamında sadece bir şeyler oluyor. Bu “bir şeyler” tekil olarak çok güzel olsalar da eserin bütününde filmi anlamsızlaştırıyor. Yönetmenin anlatacak bir derdi olmayınca da benim filmden alacağım hiçbir şey kalmıyor ve geriye sadece teknik ekibin kendini tatmin ettiği bir eser kalıyor.

The Lighthouse yüksek potansiyeline rağmen “gerçeklikten kopma” konseptini, hikâyesel olarak kendinden hiçbir şey katmayarak ve film içinde anlamsızlaşan metaforlara sırtını dayayarak kendi kendisini tüketen bir filme dönüşüyor. Robert Eggers hâlâ yeni neslin en parlak yönetmenlerinden biri ve her filmiyle yine radarıma gireceğine eminim. Anlatmayı seçtiği hikâyeler, benim de dâhil olduğum büyük kitlelere sesleniyor ama umarım, bir sonraki sinema filminde hikâyeyi kendisine değil de bize anlatır.

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

2 Comments

  1. Devrim Atalay Reply

    Film Poe’nun “The Tell-Tale Heart” uyarlaması. Bence amaçsız değil.

  2. Mitolojik göndermelerle dediğiniz karakterlerimizin giyindiği , dönüştüğü figürlerin muhteşem bir yolla bir araya getirilişi bu yazıda tamamen anlaşılmamış gibi görünüyor. Ve şu sürekli “gerçeklikten kopma” dediğiniz… Lovecraft mitosu ile tanışılmamış sanırım.

Devrim Atalay için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.