The Green Knight filmi, benim bu yıl en çok beklediğim filmdi. İki sene önce açıklanan ama sonra şu malum virüs yüzünden ertelene ertelene anca şimdi izleme fırsatı bulabildiğimiz bu film için beklentilerim oldukça yüksekti açıkçası. Diğer bütün eserlerde olduğu gibi, yüksek beklentiye sahip olmak bir miktar riskli tabii ki çünkü ne kadar yüksektan uçarsak o kadar yüksekten düşüyoruz. Eh, sonra da kendi kendimize beklentiyi yükselttiğimiz bu filmleri eleştirdikçe eleştiriyoruz. The Green Knight filminden de aynı sebepten korkuyordum. Her ne kadar filmin afişine ve fragmanına âşık olsam da anlarsınız ya, beklentimi karşılayamayacağını düşünüyordum.

Tam tersi oldu. Arkadaşlar, ikinci kere gideceğim ben bu filme.

The Green Knight, tam bir görsel şölen. Bakın her şeyi geçtim, hikâyesinden de gidişatından da birazdan bahsedeceğim için onları da geçtim şimdilik, salt görsel anlamda tam bir şölen bu film. Renk paletiyle, font seçimleriyle, sinema salonunda yarattığı atmosfer ile, başlangıç sekansı ile, finalindeki sekans ile… Belki de çok klişe olacak bu sözlerim, belki de bu yazıdan önce yazılmış bütün A24 film incelemelerinde aynı şeyler tekrar ve tekrar dile getirildi ama ben bu film için de aynı şeyi söylemezsem çatlarım: Bu film size gözlerinizi alamayacağınız bir deneyim sunuyor.

Bu bazen şatoların ihtişamlı görüntüsü, bazen de gözünüzü alamadığınız bir rüya. Her ne olursa olsun, bir şekilde kendini izletiyor ve siz nasıl olduğunu anlamazken bir anda filmin ilk yarısını izleyip bitirmiş oluyorsunuz.

Gerçekten ilk yarı bittiğinde durup birbirimize baktık, o kadar hızlı geçti ki. Filmin hikâyesi, şurada da bahsettiğimiz üzere bir Arthur efsanesine dayanıyor. Lakin ilginçtir ki filmde ne Kral Arthur’un, ne Guinevere’in, ne de Excalibur’un adı geçiyor. Anlatılan hikâyenin bir Arthur efsanesi olduğu, filmin başında verilen tek bir cümle ile hissettiriliyor sadece. Durum böyle olunca da sadece filmi izleyen ve hikâyeden önceden hiç haberi olmayan birisi, bu filmde anlatılan hikâyenin hangi zamana dayandırıldığını bilemeyecek hale geliyor. Bu da izlerken sizi filmin içinde değil, dışında bir yere yerleştiriyor ve böylece filmi izlerken tanık olduğunuz görüntünün herhangi bir tarihe değil, bir efsaneye dayalı olduğunu biliyor, hissediyorsunuz.

Arthur efsanelerinin büyük hayranları olanlar için bazı kısımlar garip gelmiş olabilir, bunu doğal karşılarım. Arada bir ekrana parmak sallayıp “Bu öyle değil, öyle olmaz!” dediyseniz de hakkınızdır. Ben de bir Batı Edebiyatları öğrencisi ve özellikle bu hikâyenin bir hayranı olarak, izlerken bazı yerlerde kaşlarımı çattığımı itiraf edeceğim. Bunun sebebi de filmi benim bildiğim Sir Gawain and The Green Knight hikâyesi ile bağdaştıramıyor olmam değil. Daha çok filmdeki bazı kararların aklıma, “Benim bildiğim Gawain gerçekten bunu yapar mıydı?” şeklinde bir soru getirmiş olması. Zira ben bu filmin, benim bildiğim ve sevdiğim versiyonun harika bir adaptasyonu olduğunu düşünüyorum.

İzlediğim en iyi adaptasyon olduğunu söyleyecek kadar da ileri giderim hatta.

Buna rağmen unutmamak lazım ki Sir Gawain and The Green Knight, diğer bütün sözlü efsaneler gibi, tek bir versiyona sahip değil. Bu filmde izlediğimiz versiyon da bize yönetmenin anlatmak istediği versiyon. Yani orijinal eserden çok uzaklaşmışlar falan diyemeyeceğim ben, bunu demeyi işin uzmanlarına bırakıyorum. Kendi perspektifim böyle.

Aksiyondan uzak bir film olduğunu da söylemek lazım. Şövalye, kral, lord görüp aksiyon arayan izleyicilerin aradığını bulamayacağı bir gerçek. Film, bir “chivalric” öyküyü anlattığını daha en başından söylüyor- Bu filmde bir kahramanlık hikâyesi izliyoruz, bir nevi “kahramanın yolculuğu” ama başkarakterin önemsiz biriyken dünyanın en önemli insanına dönüşmesini de izlediğimizi söyleyemem.

Tam olarak burada açıklamam gereken iki şey var gibi hissediyorum çünkü meramımı anlatacak doğru kelimelere sahip miyim bilemiyorum. Birincisi: Yolculuk derken hem fiziksel hem de mental bir yolculuktan bahsediyorum. Bu bir aksiyon filmi değil, dolayısıyla filmdeki yolculuk boyunca başına gelen şeyleri “Bakalım bundan nasıl kurtulacak?” gibisinden ele alamıyoruz- Başına gelen her şey bize Gawain hakkında bilgi vermek için kullanılan araçlar aslında. Tam olarak da bu sebepten bana hitap ediyor.

İkincisi de şu: Bu film, bana hissettirdiği kadarıyla, bir şövalyenin kendi kimliğini kazanmasının, kendine bir hikâye yazmasının yolculuğu. Bu da onun şan ve şöhrete kavuşmasından daha da ötesinden bahsediyoruz demek oluyor.

Film bir David Lowery filmi, yani büyük oranda sembolik tabii- Lakin sembolik olmasına rağmen bence bunu gösterişli bir şekilde yapmıyor. Yoruma açık bıraktığı yerler kadar önceden kafa karıştırıp sonradan açıkladığı yerler de mevcut. Filmde hikâye hakkında pek bir şey anlatmıyormuş gibi gözüken birçok diyalog aslında filmin sonunda anlam kazanıyor. Bazı şeyleri anlamayı seyirciye bıraksa da bırakmadığı bazı şeyler de mevcut. Bu da beni bayağı mutlu etti açıkçası, sadece orijinal eseri bilenlere yönelik bir film olmadığı belli ve belki de en önemli şey bu.

Buna rağmen tam burada eleştirel baktığım bir nokta var. Filmde efsanede geçen birçok şeye gönderme mevcut, yazar belli ki dokunabildiği kadar çok yere dokunmak istemiş ve bence bu işin altından da başarıyla kalkmış. Yalnızca ucunu biraz fazla açık bıraktığı yerler olduğunu söylemem lazım ki bu da temelde bir problem değil zaten. Filmin bazı kısımları izlerken ve izledikten sonra üzerine düşünmeyi ve yönetmenin aldığı bazı kararları sorgulamayı gerektiriyor. Olması gereken de bu, biliyorum, seyirciye açık bir pakette verilmeyen mesajlar elbette ki diğerlerinden daha değerlidir fakat “biraz fazla” dedim ya, ondan da var işte. Bu filmin herkes için olmadığını söylemek zorundayım bu yüzden.

Başından beri Dev Patel’in Gawain için harika bir seçim olduğunu düşünüyordum zaten, böylece tescillemiş olduk. Harika bir Gawain yahu! Gawain’in bütün karakter gelişimini, hissettiği ve içinde birbirine geçmiş bütün duyguları, gururu da pişmanlığı da üzüntüyü de mutluluğu da tek bir bakışı ile özetliyor Dev Patel. İnanılmaz. Bunun yanında Yeşil Şövalye’nin görüntüsünün tamamen CGI değil makyaj olduğu gerçeği de var ki bu da geekler olarak artık filmlerde görmeyi en çok sevdiğimiz hareketlerden biri. Harikasınız, harika.

Eh, bu film hakkında söyleyebileceğim her şey bu kadar. Bu kadar konuşup tek bir spoiler vermemem de inanılmaz değil mi, kutluyorum kendimi.

Dediğim bunca dağınık şeyi şöyle kısaca toparlayabilirim sanırım: The Green Knight, benim bu yıl izlediğim filmler arasında en sevdiğim ve en çok yükseldiğim filmlerden birisi oldu. Filmin günahlarının olmadığını söylemiyorum fakat tamamına baktığım zaman o kadar güzel bir resim görüyorum ki bu günahlarını affediyor ve altın madalyayı uzatıyorum kendisine. En azından şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki tam da beklediğim gibi bir film olmuş The Green Knight. Bunca sözden sonra bu filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ettiğimi belirtmeme gerek var mı?

Siz ne diyorsunuz dostlar? İzlediniz mi bu filmi? Beğendiniz mi? İzleyecek misiniz?

Author

Batı Edebiyatları okur, kedi sever. Bir de buralarda yazıp çizer. @mightbeyagmur

1 Comment

  1. Göksu Gün Alioğlu Reply

    Daha bugün izledim The Green Knight’ı. Sir Gawain’in adını daha önce duymuş olmama, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şovalyeleri masalıyla büyümüş olmama ve İngiltere-Birleşik Krallık tarihi ve edebiyatına meraklı bir tarih öğrencisi olmama rağmen, Gawain’in tam hikayesini ve hikayenin anlatıldığı 14. yüzyılda yazılmış anonim şiiri film sayesinde öğrendim.
    Filme gelince, şu ana kadar izlediğim Kral Arthur efsanesiyle bağlantılı en güzel ve yetkin uyarlamaydı. Şu yıla kadar bu konuda dizi, film ve animasyon alanında nice işler yapıldı ama hiçbiri The Green Knight’ın mertebesinde değil. Bu yüzden David Lowery’nin hem Arthur mitolojisinin hem de genel anlamda halk hikayelerinin, epik şiirlerin ve mitosların farklı alanlara uyarlanması konusunda yeni bir kapı açtığını düşünüyorum. Şöyle ki öncelikle şu ana kadar yapılan uyarlamalardaki Arthur, Merlin ve Excalibur merkezciliği kırıp daha önce sinemada işlenmemiş bir karakteri ele almasıyla klişeleri kırıyor. Sonrasında, Arthur ve diğer şovalye uyarlamalarındaki kuru savaş sahnelerini ve yeni yaklaşım bahanesiyle konulan acayip ve rahatsız edici anakronik modern ögeleri hiç kullanmayarak otantik değeri olan bir iş çıkarıyor. Şovalyeliğin ve yiğitliğin asıl ruhunu klasik kılıç sallama ve leydi gönlü çalma sahnelerinin çiğliğinden arındırarak daha psikolojik ve felsefik derinliği olan bir senoryo sunuyor. Zaten mükemmel dövüşen ve hayatta kalma konusunda becerikli olan Gawain’in olaylar süresince asıl mücadelesi fiziksel değil, ruhsaldır. Teknik anlamda ise sinematografisi ve müzikleri coşmuş.

Göksu Gün Alioğlu için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.