Avrupada yazılmış ve korku edebiyatının baş tacı olmuş kalın bir kitaptan sonra kısa bir hikâyeye atlıyoruz bugün. Aynı zamanda kıta değiştiriyoruz çünkü Shirley Jackson’ın The Lottery adlı kısa hikâyesini ağırlayacağız birazdan.

The Lottery -ya da Türkçesi Piyango- Amerikan edebiyatının en ünlü kısa hikâyelerinden biri. Kısa, çarpıcı ve korkutucu. Ayrıca Brittanica’nın okullar için çektiği kısa metrajlı film versiyonundan hikâyenin kendisine kadar ulaşması çok kolay, ilk kez basıldığı dergi olan The New Yorker’da bile bulabilirsiniz. O yüzden önce okumanızı sonra bu yazıya geri dönmenizi tavsiye ederiz.

The Lottery aslında çok kısa bir hikâye, aşağı yukarı üç bin kelime ile yapmak istediğini yapıyor. Bunda Shirley Jackson’ın duru dilinin de yardımı büyük, betimlemelere çok az yer veriyor hikâye boyunca ancak olaylara yükleniyor. Özellikle bahsettiği şey ise köyün başta anlamlandıramadığımız ancak her sene yapmaya çok özen gösterdikleri ve aşırı bağlı oldukları çekiliş geleneği. Uzun uzun kâğıtları içine koydukları kutudan, kutunun nasıl saklandığından, herkesin nasıl bugünü beklediğinden bahsediyor.

Shirley Jackson

İlk okuyuşta insana sıkıcı bile gelebilir çünkü kelimelerce çok gündelik bir olay anlatılıyor, gündelik diyaloglar kuruluyor. Tamam, diyorsunuz, çekiliş yapıyorlar ve önemsiyorlar. Yazının ritminde de bir değişiklik olmuyor, Shirley Jackson tam anlamıyla son ana kadar istifini bozmuyor. Ama ardından hikâyenin sonu suratınıza tokat gibi çarpıyor. Yazıda, yazarın aksiyonu yavaş yavaş arttırıp zirveye ulaşması gibi bir durum yok. Sona ulaştığında gözlerinizi kırpıştırıp kalıyorsunuz öylece. Son dediğim ise neredeyse son 100 kelimede olup bitiyor bu arada. Ama ne olup bitmek!

Sıradan bir çekilişin korku ögesi olarak sunulmasına alışkınız aslında, örneğin Açlık Oyunları. Çok önemli şeylerin şans faktörüne bağlanması insana ağır gelir. Ama The Lottery her halükarda müthiş bir iş çıkarıyor, bunun tek sebebi başlıkta gördüğümüz gibi şans -ya da şanssızlık mı demeliyim?- faktörü de değil. Ben de bu başarıyı üçe bölerek elimden geldiğince  anlatmaya çalışacağım işte.

Ters Köşeyi Geri Sarın

Miles Hyman’ın The Lottery’den adapte ettiği grafik roman

Çünkü iyi bir plot-twistten fazlası var. İyi bir plot-twist insanı hazırlıksız yakalar, doğru. Ama aynı zamanda ‘‘Nasıl oldu da tahmin edemedim, her şey çok açıkmış!’’ dedirtir. Böylece ikinci okuyuşunuzda daha çok zevk bile alırsınız okuduğunuz şeyden. Yazarın bıraktığı minik ekmek kırıntılarını yakalamak çok zevklidir çünkü. En basitinden, ilk kitapta Voldemort’un nasıl Snape ile değil de Quirrell ile birlikte çalıştığını ya da Snape’in Lily’ye olan aşkının ortaya çıkışını hatırlayın. Başa dönüp okuyunca hepsi gözünüze batıyor, değil mi?

The Lottery’nin sonunu tahmin etmiş olabilirsiniz, çok zor değil yani. Plot-twist sizi etkilememiş olabilir pekâlâ. Ama tekrar okuyunca günlük konuşmalarda çok rahatsız edici şeyler bulacaksınız, sizi en az hikâyenin sonu kadar çarpacak şeyler. Eğer direkt olarak gözünüze batan bir diyalog ya da hareket çıkmazsa bile bu gönlünüzü ferahlatmayacak. Bu sefer de konuşmaların normalliği, konuşanların sükuneti asabınızı bozacak. Sınıf arkadaşlarından birinin fısıltıyla ‘Umarım Nancy çıkmaz.’ deyişini hatırlayın. Kanınız dondu mu?

Normalleştirme

The Lottery (1969)

O korkunç diyaloglardan en akılda kalıcısı ise Warner’ın söyledikleriydi muhtemelen. Birinin karşınızda yanlış ve vahşi bir şeyi övdüğü her vakit tüyleriniz ürpermiyor mu? Onları asla yanlışlarından döndüremeyeceğinizi biliyorsunuz, nasıl bu kadar yozlaşabileceklerini düşünüyorsunuz, cevabı bulamıyorsunuz. Oysa düşünmeye gerek kalmadan, doğal bir içgüdüyle ‘Bu yanlış!’ diyebilmeleri lazımdı değil mi? Olmuyor işte. Bazı kasabalarda Piyango’yu bırakmışlar öyle mi? Vay hallerine, bu gençler ne icatlar çıkarıyor başımıza! E peki neden devam etmeliyiz? Çünkü yıllarca devam etmiş zaten, şimdi kalkıp vaz mı geçelim? Olmaz öyle şey. Şu gençleri bir dinlesek çalışmayı bırakıp mağarada yaşar, haşlanmış kuş otu ve palamut yemeye başlarız artık! Hatta bununla da yetinmiyor bu adam, Piyango’yu meşrulaştırmak için ‘E hep vardı!’ diye bir argüman sunuyor. Neyse ki biz bir şeyi kanıtlamak için o şeyin kendisinin öne sürülmesinin mantıksızlığını biliyoruz, buna totoloji deniyor hatta.

“Listening to the young folks, nothing’s good enough for them. Next thing you know, they’ll be wanting to go back to living in caves, nobody work any more, live hat way for a while. (…) First thing you know, we’d all be eating stewed chickenweed and acorns. There’s always been a lottery.”

Gelenekler

Bu noktada geleneklerimizi sorgulamamız gerekiyor. Yeterince uzun yapılırsa, çocuklukta rol modellerden görülmüşse insanın sakınacağı şey yok gibi duruyor. Öyleyse hiçbir doğrumuza güvenemeyiz. Hepsi sadece alışkanlık da olabilir. Bağnaz olmak çok kolay yani. Dışarıdan vahşi görüneceğimiz de kesin. Ama geçen piyango başkasına çıktığında ses çıkarmadıysak ve üstümüze düşeni yerine getirdiysek rızamız var demek olmuyor mu bu? Sadece bize zarar gelince mi aklımız başımıza geliyor? Bunu çocukları muaf tutarak söylüyorum tabii (hikâyeyi ikinci okuduğunuzda çocukların da kura çektiğini görecek ve çok gerileceksiniz.). Ama demiştik ya ‘çocukluktan beri tekrarlanan doğal öge’ diye, o zaman buradaki yetişkinlerin konu Piyango olunca birer çocuk olduğunu söyleyebilir miyiz? Özgür irade nereye gitti? İhtiyar Warner’ın yakınlarında olmadığı kesin.

İnsanı ürküten de bu doğallık sanırım, kanıksama insanı korkutuyor. Böyle düşününce akla elbette Midsommar geliyor. Ben Midsommar’ıbitiremedim bile ama yarısında bile hissettiğim korkunun ya da belki de rahatsızlığın aynısını The Lottery’yi okurken de hissettim. İlk nerede çıkmış bu uygulama, neden çıkmış bilmiyoruz. Belli kasabaların her yıl aksatmadan yerine getirdiklerini biliyoruz, bazılarında karşıt görüşlerin arttığını ve bazılarının çoktan bıraktığını biliyoruz. Tüm bunlar Amerika’nın ufak bir bölgesine uğramışken gördüklerimiz karşısında dehşete düşmemizi sağlıyor sadece. Hem de sadece ufacık bir sahneyi görebiliyoruz, tüm olaylar yarım saat almıyor olsa gerek. Ama iğne deliğinden bir bakış, insanların uyum sağlama ve kanıksama yeteneği karşısında dehşete düşmemize yetiyor.

“It isn’t fair, it isn’t right,” Mrs. Hutchinson screamed, and then they were upon her.

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.