Andrew Wyeth, 20. Yüzyılın en bilinen sanatçılarından sanırım. Christina’s World adlı eserini görmemiş olamazsınız, gördüyseniz garip bir biçimde aklınızda mutlaka yer etmiştir. Kızın, Christina’nın, gergin, öteye dönük vücudu, pembe elbisesi ve onun bakışlarını takip ettiğimizde gözlerimizle buluşan taşra evi, resmin kompozisyonu, soluk renkleri, doluluğu ama aynı zamanda boşluğu.

Resimde garip bir şeyler var ve bunu hissediyorsunuz. Sanki korkuyla bir şeye bakıyor gibi, duyduğu bir sese dönmüş belki de ama aslında tarihi biraz eşeleyince Christina Olson’ı tanıyorsunuz. Hikâye değişiyor, kemik hastalıkları yüzünden yürüyemeyen ancak tekerlekli sandalye kullanmayı reddeden, her yere sürünen bir kadının resmine dönüşüyor eser. Tabloyu ilk gördüğünüzde aklınızda canlanan ve Christina’s World gibi bir isimle de pekişen Oz Büyücüsü’ndeki fırtına sekansına benzeyen büyülü hava bir miktar kayboluyor.

Öyle ya da böyle, insanı avlıyor Andrew Wyeth’un eserleri. Ben bütün eserlerinde garip bir boşluk ama kasvet görüyorum. Donuk bir şeyler var, sanki bir şekilde resimler kalabalık olmamalarına rağmen gergin bir havaya sahipler, sanki yürümek ya da hareket etmek mümkün değil, olduğum yere çivilenmişim gibi hissettiriyorlar. Ya da daha iyisi, sanki ressamın yerindeyim de, resmin içindeyim, eğilmiş, bir pencereye ve uçuşan tül perdeye ya da iskeleye bağlanmış ağlara bakıveriyorum gibi bir hissiyat kaplıyor beni.

Sanki New England’da yaşıyormuş, yürürken ilginç, saniyelik bir imge görmüşüm de gözümü alamamışım gibi hissettiriyor. Bu kişisel, hayranlık uyandıran izlenimlerin modern hayatla birlikte biraz yok olduğunu söylüyorlar zaten. Kim metropollerde, işe giderken durup, “Işığın tam şu an şu açıdan gelmesi ve şu objeye vurması bani garip bir biçimde çok hoş hissettirdi,” diyor ki, değil mi? Ama bu tablolarda işte bunları görebiliyoruz sanırım. Sanki Wyeth’un değil sizin kendi deneyiminiz gibi hissettiriyor biraz, orada duran sizmişsiniz gibi. Yalnızlık hissi de var elbet.

Amacım tabloları öyle tam olarak incelemek değil, bunun için donanımlı da değilim zaten. Öylesine bir merak duygusuyla Andrew Wyeth’u araştırmaya başladım işte, gördüğüm şeylerden ilki resimlerin çarpıcılığı olduysa ikincisi hem babasının hem de oğlunun ressam olduğu oldu. Aile geleneği gibi anlaşılan. Sonra da herkesin yapacağı gibi video kompozisyonları izlemeye başladım, belgesellere de baktım biraz.

Nerdwriter1 kendi videosunda Andrew Wyeth’un yanına Emerson Ralph Waldo’nun fikirlerini koymuş. Çok iyi bir karşılaştırma olmuş açıkçası. Yine o küçük, günlük anın etkisi üzerine konuşmuş Waldo da.  Şöyle bir sözü var kendisinin:

“I become a transparent eyeball; I am nothing; I see all.”

Andrew Wyeth’ın da şöyle bir sözü var sonuçta “I often feel if I could only be… not there to paint, just a pair of eyes, would be so marvelous. If I could just, I could just do something and disappear and just… It’d be terrific. ”

Benziyor gerçekten. Benim aklıma çok azıcık Panteizm fikrini getiriyor. Müthiş bir tümlük ve bütünlük hissiyatı.

Ama kendimi durduramıyor ve arttırıyorum. Italo Calvino’dan bir alıntını koyacağım önünüze ki Andrew Wyeth’un arzusuna ne kadar yakın ve aynı zamanda ne kadar uzak bir şey istemiş görün.

Okurların gözlerinde saklı o beklentiye karşılık yalnızca yazı makinesine takılı kâğıdı ve belki bir de tuşlara vuran parmaklarımı geride bırakarak görünmez olmak isterim.

Olmasaydım, ne güzel yazardım! Eğer beyaz kâğıt ve zihnimde dolaşan sözcükler ve biçim kazanan ve kimse yazmadan yok olan öyküler arasına o rahatsız edici set, bizzat ben girmeseydim…

Yalnızca bir el, kalem tutan ve yazan kopuk bir el olsaydım… Tanımlanabilecek bir şeyin sözcüsü olmak için kendi kendimi yok etme arzusu duymuyorum. Yalnızca yazılmayı bekleyen yazılabilir ile hiç kimsenin anlatmadığı anlatılabiliri iletmek için istiyorum.

Yani, yok olmak yaratmak ve yaşamak için önemli bir adım belki de, bilmiyorum. Bu iki alıntı birbirleriyle çok uyumlu ama çok uyumsuz duruyor. İki alıntıya da bayılıyorum.

Andrew Wyeth’ın bunu başardığını hisseder gibiyim. Van Gogh’un bir resmine baktığımda aynı kasveti ve yalnızlığı almıyorum. Bunu yalnızca renklerinin canlılığı için ya da stillerinin farklılığı demiyorum. Sadece bazı ressamların resimlerinde resim kadar ressam da bulunuyor çünkü. Van Gogh’un resimlerinde sırtıma vuran güneşi hissedebiliyorum. Andrew Wyeth ise bizi resimle baş başa bırakıyor gibi geliyor bana.

Bunu birbirlerinden daha iyi ressamlar olmaları anlamında söylemiyorum elbette. Haddime değil ki zaten. Bunun ideal amaç olup olmadığını da konuşmuyoruz, niye olsun ki ayrıca?

 Ama Wyeth kendisinin de dediği gibi “tam o anda o atmosferi soluyup yakalamayı idrak edebilecek kadar şanslı” oluyor sanıyorum ki.

Tüm bu konuştuklarım, tüm bu alıntılar, tüm bu felsefe sizi tek bir tabloya hazırlamak içindi aslında. The Witching Hour. 1977’de tamamlanmış şu karanlık eser. Bir inceleyin.

Şimdiye kadar tam olarak anlamadıysanız eğer, bence şimdi çok daha açık seçik. Pek kalabalık olmayan ve neredeyse boş görüntülerin bu kadar kaskatı durması inanılmaz değil mi? Odada pek bir mobilya yok, avize ve masa sandalye takımı dışında odaya neredeyse çıplak diyebiliriz. Ki sandalyelerin de iki tanesi eksik, insanın kafasında birkaç soru işareti yakıyor.

Avizenin ince ışıkları cama yansıyor, ilk bakışta uzaklarda bir yerlerde, belki orman, belki dikilmiş kazıklar alev almış gibi görünüyor. Ufuk noktası eğimli, sanki boynumuzu eğmişiz gibi, ya da ev bir şekilde toprağa gömülüyormuş gibi görünüyor.

Bir resim de ölüm soğukluğu olabilir mi? Galiba oluyor. Ölüm katılığı da var: rigor mortis. Mekân bu kadar katıyken akla takılmaya devam eden ve insanı daha bir tedirgin eden şey ise zaman. O da eserin isminden anlaşılıyor: The Witching Hour.

Bu tehlikeli saatte bu garip odada yalnızsınız. Çünkü söylediğim gibi, ressam sizi bırakıp odadan çıkmasını biliyor. En ufak ısı kaynağı görünmüyor odada. Elleriniz üşüyor. Daha önce dediğim boşluk var kompozisyonda. Oda neredeyse çıplak çünkü. Ama çok katı bir atmosferi var. Avizenin minik alevleri nereden geldiğini anlayamadığınız bir biçimde rüzgârla titriyor.

Ancak tabii… Sanki yanlış yöne doğru.

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.