Bu bir referandumdu. Bu referandumdan bir sonuç çıktı. Genelde referandumların doğurduğu sonuçlar o referandumu oylayan halkın kararıyla doğru orantıda olurlar; oylayan halkın yekten içine sinerler ama burada öyle olmadı. Bu bir seçimden çok, ulusal bir viraj noktasıydı. Daha da ötesinde, bu önceden alınmış bir virajı doğru evrak zeminine oturtmak için düzenlenen bir seçimdi. Kaos meşruiyet kazanmak için ilerledi. Bir devletin savcısının tutukla dediği adamı devletin polisi tutuklamayınca başka şekil seçim olmaz zaten ama, bu meşruiyet seçimi beklenen de kaotik oldu.

Ama ben artık bu saatten sonra işi duygusal seviyede, post-hakikat düzleminde tartışan bir retoriğin parçası olmak istemiyorum. Kimsenin de olmasını istemiyorum. Çünkü o düzlemin bir çıkarı yok. Ülke bu. Durum bu. Artık bu saatten sonra bu ülkenin parlak zihinleri duygusal çamur argümanlarda vakit harcamaya devam edemez. Mücadele vereceksek, bunu yıllardır dibine sürüklendiğimiz seviyede yapamayız. Onu denedik, konuştuk, ve buradayız. Sokağa çıkarken yanımıza aldığımız dövizlere başka şeyler yazmalıyız artık. Bu saatten sonra sen ve ben başka şeylere, her gün ve her saniye hayır demek zorundayız. Ve diyeceğiz.

 

Bundan sonra politika yapacağız. At bakmak değil. Ve çıkıp derdimizi anlatacaksak, bunları, bizi boğan şeyleri bilmekte fayda var.

 

1. Refah Devletindeki Asimetri

AAEAAQAAAAAAAAEGAAAAJDQyODRhNzhkLTZiZmEtNGQ5NS1iMTUzLTAzMGQxN2Q3MzM5MQ

Öncelikle, Türkiye bir refah devleti. Refah devletleri, halktan aldığı bir takım vergileri tekrar halkın ekonomik ya da sosyal refahını sağlamak adına harcayan yapılara verilen isim. Bir anlamda, kapitalist sistemin bozduğunu devlet bazı harcamalar yaparak kapamaya çalışıyor gibi düşünebilirsiniz. Refah devletlerinin farklı farklı modelleri var. İlk modeli de, enteresandır, İslam‘a ve İslam’daki zekat sistemi esasında.

Bunun üzerine biraz konuşmamız lazım, çünkü bu konseptten yola çıkarak pek çok yere bağlanacağız. Refah devletleri, tarihi olarak kapitalist üretim metodunun insanları mutsuz ettiğini fark eden Almanların Avrupa’ya getirdiği bir konsept. Devlet olarak vatandaşlardan topladığın paranın bir bölümünü, basit bir biçimde, vatandaşın mutluluğuna harcıyorsun. Amiyane tabirle, devlet vatandaşına bir şeyler ısmarlıyor. Bu sağlık olabilir, işsizlik maaşı olabilir, ilk / yüksek eğitim olabilir, 2010 yılındaki Finlandiya gibi coştuysanız internet de olabilir. Türkiye, OECD’nin 2014 rakamlarına göre, gayri safi milli hasılasının %12’sini bu şekilde vatandaşa harcamış.

Devletin kanunlarına göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her birey bir şekilde sağlık sigortası kapsamında olmak zorunda. Fakat bizim sistemimizde bunu gerçekten devlet size veriyormuş gibi hissetmek zor. Burası işte annelerin babaların hep sorduğu “Sigortanı yapıyorlar mı?” kısmı. Bir süre önce, sağlık sigortası ve sosyal güvence sistemleri (meali: emeklilik) birleşti bizim ülkemizde. Bunlar birleşip SGK oldular. Türkiye’de legal olarak T.C. vatandaşı her birey için bir SGK ücreti yatması gerekiyor. Bunu da sistem otomatik olarak bir parça işverenden, bir parça da çalışandan da alıyor, bunlar da yaklaşık olarak toplam yatan meblağın %35’ine tekabül ediyor. Kendin iş sahibiysen de, kendin yatırıyorsun. Yani devlet vatandaşını yemeğe çıkartıyor, ama hesabın yaklaşık yarısını yine vatandaştan alıyor.

İşin garibi, bunun bir üst sınırı var. Bu ödenmesi gereken meblağa prim deniyor. Primler çalışanın kazancına göre ayarlanıyor. Minimum yatırılması gereken ücret asgari maaş üzerinden hesaplanırken, bir de maksimum var. Bu maksimum, asgari ücretin yedi küsurla çarpılmasıyla oluşturulmuş. Maksimumu aşsanız dahi, devlet sizden yine maksimumu alıyormuşsunuz gibi prim talep ediyor. Yani daha düz ifade edeyim, devlet ayda 35 bin lira kazananla, 8 bin lira kazanandan aynı primi alıyor. Dolayısıyla, oransal olarak, 35 bin kazanan; 2 bin lira kazanandan çok daha düşük bir yüzdede prim kesintisine uğruyor.

Çok ara not, elbette 35 bin kazanan devlet hastanesine gidip tedavi olmuyor, değil mi? Peki o zaman bu devletin kendi kendine sorması gereken bir soru değil mi? “Neden parayı bulan, benim hastanemden saniyesinde kaçıyor?

Bütün bunlar sigortalı çalışıyorsan olanlar. Peki eğer sigortalı çalışmıyorsan?

 

2. Genel Sağlık Sigortası

Genel Sağlık Sigortası

Şimdi sistemde bunun için farklı kategoriler mevcut. Dönemlik çalışanlar, stajyerler, taşeron çalışanlar… Fakat her şeyin ötesinde bir kategoriye uymuyorsan, Genel Sağlık Sigortası‘na düşüyorsun. Bu sistemde, belirli durumlar tarafından (okul, askerlik vb. gibi) muaf olmadığın müddetçe devlet erişklinliğe ulaştığın andan itibaren sana bir GSS prim borcu ekliyor. Bu borcu ödeyene kadar da –acil hariç– sağlık hizmetlerinden faydalanamıyorsunuz. Herhangi bir sorgu yok, rıza yok, danışma yok. Devlet senin bu parayı ödemen gerektiği kanaatine, senin yerine varıyor.

İşte en, en can alıcı kısmı burası. Sen mesela çeviri yaparak para kazanıyorsun, maaşını elden alıyorsun, internette antika alıp satıyorsun, evinde app fikri bulmaya çalışıyorsun. Devlet senden durduğun yerden para istiyor. “Sağlık hizmetini kullanırsan, gel kullandığın kadar parasını ver” değil. “Ben o sağlık hizmetini sana telefon, sigara, alkol, araba, elektrik gibi şeylere koyduğum ekstra vergilerden edindiğim parayla ücretsiz sağlarım” da değil. Sadece para istiyor. Sen sağlık hizmeti alacak mıydın, alacaksan devletten almayı planlıyor muydun? Bunlar çok mühim girdiler değiller bu denklemde.

Ki bu arada, vergi demişken.

 

3. Tüketim Vergilendirilmesindeki Asimetri

Ozan Bingöl Vergi

AlJazeera Turk’te, Didem Özel Tümer‘in, vergi uzmanı Ozan Bingöl ile yaptığı muhteşem bir röportaj var. Bizim nefesimiz, olayı izah etmeye Sayın Bingöl kadar zerafetle yetmeyeceği için, AlJazeera Turk’ün ve Sayın Tümer’in de yüksek müsaadesine sığınıyoruz, oradan alıntılıyoruz:

“Türkiye’de dolaylı vergilerin oranı çok yüksek. Yüzde 70’lere yakın dolaylı vergi var. Yani siz, bugün 50 bin liraya bir araba aldığınızda, yüzde 45 ÖTV, yüzde 18 KDV, ÖTV’nin de KDV’si olmak üzere, toplamda 8 ayrı vergi ödemek zorunda kalıyorsunuz. Bu arabayı bir patron aldığında, şirketinde gider yazıp, hem vergisel avantaj sağlayıp, hem de cebinden çıkan parayı düşürebiliyor. Tamir, bakım, onarım masrafını, kaskosunu, sigortasını, akaryakıt harcamalarındaki KDV’yi de şirketinden indirim konusu yapabildiği için, yine ciddi bir vergi avantajı sağlıyor. Nihai tüketici denilen vatandaşın hepsi cebinden çıkıyor.

Geçen yıl toplamda 458,7 milyar TL vergi toplamışız. Bunun 130,6 milyar TL KDV, 120, 4 milyar TL ÖTV’den. Ne yaptı? 251 milyar TL. Yani 458 milyar TL verginin, 251 milyar TL’si KDV, ÖTV. Kim ödedi bunu? Nihai tüketici, yani vatandaş. Bugün milyon dolarlık bir tekne, yat alsanız yüzde 1 KDV ödüyorsunuz, 1 TL’ye simit alsanız yüzde 8 KDV ödüyorsunuz.

Mesela, biz vergi affı getirdik. Ne kadar borcu sildik? 2017 yılında aslında tahsil etmemiz gereken 500 milyar TL ise, 20 milyar TL’sini sildik. Pek, bu nasıl absorbe edilecek? Afla silinen, işverenin yani patronun borcu. Açık, dolaylı vergilerle kapanacak. Sistem böyle ilerlediği sürece vergi adaletinden bahsedilemez. Bahsedilebilmesi için kazanandan vergi toplanması gerekir, harcayandan değil.

Siz gücü olan bir patronsunuz, biz de üç çalışanız diyelim. Siz bizden her ay, “Burada çay içiliyor, ona katkı sunacaksınız” diyerek, 300 TL topluyorsunuz. 300 TL yüksek bir para. 50 TL olsa belki anlaşılabilecek. Bu yıllarca sürüyor. Dördüncü kişi işe başladığında, diğer çalışanlar yeni geleni uyarıyor, ‘Bak patron gelecek, 300 TL çay parası alacak” diyor. Bunun adı kanıksama. Biz buna vergide yerleşme diyoruz. Devlet maalesef varolan bu gelirinden vazgeçmek istemiyor.
Adalet ise zaten dikkate alınmıyor. Dikkate alınsa dolaylı vergiler yüzde 70 olmaz.

Mesela, beyaz eşyada ÖTV sıfırlandı. Ne kadardı? Yüzde 6,7. O sıfırlandı ama araçtaki yüzde 145 olan ÖTV’yi ne yaptık? Yüzde 160 yaptık. Yani yapılan indirim, fazlasıyla geri alınıyor.

Ülkemizdeki vergi adaletini bozan en büyük unsur, maalesef verginin vergisi alınıyor. Ben şöyle söylerim; parayı Lidyalılar bulmuştur, vergiyi Sümerler, verginin vergisini Türkler …. Mesela, 2 bin motor bir araç alıyoruz, 56 bin TL gümrük girişi var. Yüzde 160 ÖTV , yüzde 18 KDV , ÖTV’nin KDV’si de var. 56 bin TL’ye gümrükten giren araç, bayii kârı hariç 173 bin TL’ye satılıyor.”

Okey?

 

 

4. Mesai Ücretleri Ve Bunların Denetlenmesi

Mesai

4587 sayılı İş Kanunu‘nun 41. maddesi mesai ücretlerinin belirlenmesiyle ilgili hüküm ve yargılar barındırıyor. Türkiye’de resmi kanunlara göre haftalık çalışma süresi 45 saat. Yalnız bu iki aylık bir dönem üzerinden ortalama alınıyor. Yani bir hafta işveren işçisini 50 saat çalıştırıp, bir hafta 40 saat çalıştırdıysa; ortalama 45’e vurduğu için yine sorun olmuyor. Bu elbette bu durumun denetlenmesi için korkunç, korkunç bir kaos yaratıyor. Çünkü kanun bir konuda çok muğlak:

Fazla çalışma, Kanunda yazılı koşullar çerçevesinde, haftalık kırkbeş saati aşan çalışmalardır. 63 üncü madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak koşulu ile, bazı haftalarda toplam kırkbeş saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.

O 63. madde de şöyle diyor:

Tarafların anlaşması ile haftalık normal çalışma süresi, işyerlerinde haftanın çalışılan günlerine, günde onbir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabilir. Bu halde, iki aylık süre içinde işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık çalışma süresini aşamaz. Denkleştirme süresi toplu iş sözleşmeleri ile dört aya kadar artırılabilir.

Hangi iki ay? Nasıl? Sözleşmede mi? Reelde mi? Tamam, sözleşmede iki aylık periyotlar hâlinde belirlendi; sonra denetimi nasıl yapılacak? Hakkı nasıl kovalanacak? Kafalar karıştı mı? O zaman daha basit bir düzlemde konuşalım. Aranızdan eli iş tutan mutlaka var. Kanun açık bir şekilde diyor ki, haftada 45 saatten fazla çalıştığınız zaman, çalıştığınız her saat için normal saat başı ücretinizin 1.5 katını alırsınız. Bunu alabilen var mı? Bunun hakkını işvereninden sorabilen var mı? Gerçekten, merak ediyorum. Mesai ücreti kanunlarca tanınmış bir mecburiyet. Yine aynı çalışma kanununa göre, ücretiniz eksik ödendiği zaman –ki buna mesai ücretleri de dahil– sözleşmenizi feshedebiliyorsunuz, ve tazminat alabiliyorsunuz. Bu bir “hak” değil. Usul. Peki alabilen var mı?

Peki niye?

 

5. Yüksek Genç İşsizlik

Türkiye Ýstatistik Kurumu (TÜÝK), 2009 yýlýnýn iþsizlik oranýnýn yüzde 14 olduðunu açýkladý. 2009 yýlýnda Türkiye genelinde iþsiz sayýsý bir önceki yýla göre 860 bin kiþi artarak 3 milyon 471 bin kiþiye yükseldi. Ýþsizlik oraný bir önceki yýla göre 3 puanlýk arttý.(CÝHAN/Hasan Bozkurt)(2010.03.02)

İşsizlik, aktif bir biçimde iş arayan ve son bir ay içerisinde bu yönde çalışmalar / girişimler yapmış olan ancak çalışmayan insanların oluşturduğu bir istatistiktir. Kimse bunu hesaba katarken, okuyan / askerlik yapan / evde çocuk bakan kişileri istatistik olarak tutmaz.  Yani istatistiki olarak işsiz bir insan, iş arayıp bulamayan demektir. Bu konuda anlaştık mı?

O zaman esas ilgilendiğimiz alt dala geçelim. Genç işsizlik. 15-24 yaş arası insanları hesaba katıyor. Türkiye’de gençler arasındaki işsizlik oranı, kaydı kimin tuttuğuna bağlı değişmekle birlikte, genel hatlarıyla %20 ile %25 arasında geziniyor. Yani 15-24 yaş arası insanların dörtte/beşte biri iş arıyor, ancak bulamıyor. Daha temiz rakamlarla konuşalım. Hürriyet’in TÜİK’ten aldığı şu verilere göre, Türkiye’de 15-24 yaş arası yaklaşık 13 milyon kişi var. TÜİK’in kendi rakamlarına göre, 15-24 yaş arası 2,600,000 işsiz var. Yine TÜİK’in kendi rakamlarına göre Türkiye’deki toplam isşizlik 3 milyon 985 binYani işsizlerin yarısından fazlasını gençler oluşturuyor.

Ama bir bölümü de okuyor değil mi bu gençlerin?

 

6. Yüksek Diplomalı İşsizlik

işsizlik

YÖK’ün bundan bir iki sene önce açıkladığı rakamlara göre de, çoğunluğu 15-24 yaş aralığına şüphesiz düşen 4 milyona yakın lisans öğrencisi var. Var derken, genel olarak hayatta değil. O sene vardı. Yine resmi devlet rakamlarına göre, toplam iş gücündeki yüksek eğitim mezunu insan sayısı 6 milyona yakındıAltını çizmek, ve netleştirmek istiyorum. Tüm Türkiye’nin iş gücü içerisinde 6 milyon üniversite mezunu varken, aynı anda ülkede 4 milyon da üniversite öğrencisi vardı. Bunların sonucunda, şu istatistik de sizi şaşırtmayacaktır muhtemelen: T24’ün TÜİK’ten aldığı veriye göre, Türkiye’de 700 bin üniversite mezunu işsiz var. 

İşin fenası, kimse kimseye iş de yaratmıyor. İstihdam oranı yine TÜİK’in verilerine göre Ocak 2017’ye %0.2 oranında azalarak girdi. Üstelik aynı zaman diliminde istihdam sayısının arttığı, ama oranın düştüğü görülüyor. Yani yeni işler yaratılıyor esasında, ama yetmiyor. Dolayısıyla bu oranın azalacağını düşündürten herhangi bir eğri de yok.

İstihdam sağlandığında peki?

 

7. Maaşın Çalışana Ulaşırken Delik Deşik Edildiği Gerçeği

maaş vergi

TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de bir insanın 2014 yılındaki ortalama aylık brüt ücreti 2207 lira olarak belirlenmiş. Bu rakam, ilkokul ve altı mezunlar için 1526 lira. Üniversite ve üstü mezunlar için 3952 lira. Asgari ücret o günden bu yana 1700 lira oldu, o yüzden o alt limiti oraya çekelim. Elimizde üniversite mezunlarının aldığı brüt maaşın son iki yıl içerisinde radikal bir seviyede arttığına inanmamızı sağlayacak herhangi bir veri ise yok. O yüzden Türkiye’de eğitim durumunuza göre 1700-4000 lira arası bir maaş alıyorsunuz demek ortalama olarak mümkün. Peki bu para nereye / nasıl gidiyor?

Gelin bir alt, bir üst sınırdan iki kişi belirleyelim. Üniversite mezunu Mehmet, İstanbul’da yaşıyor ve 4000 lira maaşla çalışıyor olsun. İlkokul mezunu Ayşe, Adana’da yaşıyor ve 1500 lira maaşla çalışıyor olsun. İkisi de bekar ve çocuksuz.

Önce devlet vergilerini alacak. Mehmet, 4000 lira brüt gelirinden 510 TL aylık gelir vergisi, 30 TL damga vergisi ödeyecek. Bu SGK primleri ve diğer bedellerle birlikte, Mehmet’in eline gelen net paranın 2900 lira olacağı anlamına geliyor. Benzer bir hesapla, Ayşe’nin eline gelen net paranın da 1200 lira civarında olduğunu varsayalım.

Sonra mecburi harcamaları hesaplamaya kirayla başlayalım. Milliyet Emlak’ın 2016’da yayınladığı yine resmi devlet verileri diyor ki, tüm Türkiye genelinde ortalama kira bedeli 647 TL. 2017 itibariyle ülke nüfusunun %20’sinin yaşadığı İstanbul’da ortalama kira bedeli ise 851 TL. Adana – Mersin bölgesinde ise ortalama bir konut kiralama bedeli aylık 374 TL.

Ardından faturalar ödenecek elbette. Üç kategoride fatura belirleyelim. Elektrik. Doğalgaz. Haberleşme. Buraya suyu dahil etmiyorum, çünkü depo yöntemiyle su çözen de var; köyündeki çeşmeden içen de. Orada sağlıklı bir veri toplamak imkansız yani.

TELKODER araştırmalarında 4 kişilik bir ailenin haberleşme için 2016 yılında 237 TL ödediğini tespit etmiş. Biz bunu bakkal hesabıyla dörde bölelim ve Mehmet ile Ayşe’ye 59 TL aylık haberleşme faturaları çıkartalım. Bunun %30’a yakın bir kısmını da yine devletin aldığını belirtelim.

Yine 2016 verilerine göre, ortalama doğalgaz faturası 137 TL civarında. Bu konuda güncel veri bulmak biraz zor, ama elektrik faturası için de 2014 verilerinden yola çıkarak, biraz da gerçekten iyi niyet göstergesi olarak, 90 TL civarında bir aylık ortalama çıkartmak mümkün. İki veri de hane üzerinden hesaplandığı için spesifik olarak ailenin kalabalıklığını burada dahil edemiyoruz.

Bu insanların ulaşımlarının ve gün içerisindeki yemeklerinin işverenleri tarafından karşılandığını varsayalım.

Bunların hepsinin yaklaşık ve istatistiki olaral bulanık olduğunu unutmayarak, buraya kadar takribi tablo olarak neredeyiz, hesaplayalım mı?

  • Mehmet dört bin lira maaş alıyordu. Bunun 1100 lirası eline ulaşmadan gitti. 851 lirasını kiraya verdi. 286 lirasını da faturalara yatırdı. An itibariyle kendisine kalan meblağ 1763 TL. 
  • Ayşe bin yedi yüz lira maaş alıyordu. Bunun 300 lirası eline ulaşmadan gitti. 374 lirasını kiraya verdi. 286 lirasını da faturalara yatırdı. An itibariyle kendisine kalan meblağ 540 TL.

İki çalışan da maaşlarının neredeyse 2/3’ünü daha ilk gün, ilk saniyeden teslim ettiler.

Bunun üstüne, bir de gıda alışverişi yapacaklar elbette ki mecburi harcama olarak. Son birkaç yılın TÜRK-İŞ tarafından toplanmış verilerine göre, ortalama bir yetişkin erkeğin gıda masrafı 380-400 TL arasında. Yetişkin bir kadın ise aynı rakam 320-340 TL arasında. Biz ikisinde de alt limit kabul edelim. Mehmet’in 1763 TL’sinden geriye 1383 TL, Ayşe’nin 540 TL’sinden ise geriye 220 TL kaldı.

Açık konuşayım, bu analizden rahatsız olanlar dua etsinler ki İstanbul’da yaşayan Ayşe’lerden bahsetmiyorum. Onların bütün bu harcamalardan sonra ellerinde kalan reel hiçbir para yok. Ve az buz sanıyorsanız, şunu hatırlatmakta fayda var, İstanbul’un 2014 yılında fert başına düşen yıllık geliri 19 bin TL‘ydi, ve İstanbul nüfusunun %20’si yoksulluk sınırının altında yaşıyordu.

Üstüne üstlük…

8. Herkesin Borçlu Dolaşıyor Olduğu Gerçeği

Kredi Kartı

Şu dakikaya kadar okuduklarınızdan sonra, size çıkıp Türkiye’deki her insanın ortalama 2,25 kredi kartı var desem… Şaşırır mısınız? 2016 yılının Eylül ayında Türkiye genelinde toplam 45 milyar TL’lik kredi kartı harcaması yapılmış. Toplamda memleket genelinde 57 milyon kredi kartı var. Kredi kartı taşıyan kişi sayısı ise yine aynı açıklamaya göre, yaklaşık 22 milyon civarında. Tamam mıdır? Bu noktaya kadar bu rakamlarla bir problem var mı?

Esasen olmalı, çünkü bu rakamlar, uç uca eklendiği zaman cüzdan başına ayda kredi kartlarından yaklaşık 1700 TL harcama yapıldığını gösteriyor. Bin yedi yüz TL. Anlıyor musunuz? Bir daha bold yazayım mı? BİN YEDİ YÜZ TL. Aylık. Türkiye’de ortalama bir insan, her ay, sahip olmadığı bir 1700 TL çıkartıyor cebinden. Bu rakam İstanbul’da yaşayan üniversite mezunu ortalama Mehmet’in de, Adana-Mersin’de yaşayan ilkokul mezunu ortalama Ayşe’nin de eline kalan reel tutardan fazla. Bu da borçlanma demek. Daimi bir borçlanma hâli içerisinde olmak demek.

Bu böyle, çünkü…

9. Artan Tüketici Fiyatları

SEBZEDE URUN VERIMINE VE KALITE BOZULMASINA YOL ACAN ''TUTA ABSOLUTA'' ZARARLISININ ANTALYA'DA RAMAZAN AYINDA MEYVE SEBZE FIYATLARINI ARTIRABILECEGI BELIRTILDI. (ANADOLU AJANSI - SEFA KARACAN) (20100807)

TÜFE diye bir şey var. Bu hepimizin kafasını karıştırıyor çünkü dünya ahiret karmaşık bir şey, ve biz ekonomist değiliz. Biz bunu anlamak ve anlatmak için, internet kaynaklarına başvuralım. Vikipedi’de, TÜFE şöyle izah edilmiş:

“Tüketici fiyatları endeksi. TÜFE (Açılımı: tüketici fiyatları endeksi) tipik bir tüketicinin satın aldığı belirli bir ürün ve hizmet grubunun fiyatlarındaki ortalama değişimleri gösteren bir ölçüttür.”

Bu “belirli bir ürün ve hizmet grubu” dediğimiz şey epey geniş. Tam listeye şuradan ulaşmanız mümkün. Toz şeker de var, rakı da, şofben de. Toplamda iki yüzü aşkın ürün TÜFE sepetine dahil. Ve kontrol edince fark edeceksiniz ki, esasen isabetli bir listede. Gerçekten de sadece bu sepetteki iki yüz küsur şeyi satın alarak bir hayat sürdürmek mümkün. Dönüp ardınıza bakmazsınız yani ne eksik kaldı diye. Ve elbette bir ağırlıkları var, ve elbette gıda burada en ağırlıklı olan.

O hâlde tekrar TÜİK’e dönelim. TÜİK’in verilerine göre, geçtiğimiz Mart ayında TÜFE’nin 2016 Mart ayına kıyasla artış oranı %11.29. Yani o sepetteki iki yüzü aşkın ürünün, ağırlıklı dağıtılmış fiyat endeksleri bir sene içerisinde %11.29 oranında artmış. Daha gerçek bir zemine oturtalım. Bu veriyle, ücretlerin sağladığı veri toplanıyor ve hep beraber enflasyon durumunu oluşturuyorlar, değil mi? Onunla konuşalım o hâlde. Enflasyon, tüketici fiyatlarında %10. Üretici fiyatlarında %15. Yani tüketici fiyatlarındaki artış, tüketici maaşlarındaki artıştan 10’da 1 oranında hızlı gidiyor. Bu da, son 5 yılda gördüğümüz en yüksek enflasyon.

En nihayetinde bunların hepsi, dönüp dolaşıp şu gerçeğe geliyor:

 

10. Yoksuluz

3ocI9UCQQC3c

Türkiye İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği’nin araştırmasına göre ülkemizde “ortalama büyüklükte” bir ailenin “insan gibi” yaşamasının bedeli ortalama aylık 1542 TL. İstanbul’da aynı rakam 1950 TL. Benzer bir araştırmada, TÜRK-İŞ derneği de dört kişilik bir ailenin “açlık sınırı” olarak 1500 TL‘yi vermiş. Yani sadece gıda harcamasına verilen para bu. Başka hiçbir şey değil. Yine TÜRK-İŞ’in yukarıdaki verilerden ve fazlasından derlenmiş araştırmasına göre, içine konut, eğitim, ulaşım, sağlık ve diğer ücretler de giren yoksulluk sınırı ise dört kişilik bir aile için 5,000 TL. 

Bu rakamlar net. Brüt değil.

Bizim elimizde Mehmet için 2900 TL var. Ayşe için 1100 TL. Devlet kendi alacağını aldıktan sonra Mehmet ve Ayşe’ye kalanlar bunlar. Mehmet’i Ayşe’yle İstanbul’da evlendiriyoruz. Çocuk yaptıkları an yoksullar. Bitti. Mehmet’i Mehmet’le İstanbul’da evlendiriyoruz. İkinci çocuğu yaptıkları an yoksullar. Ayşe’yle Ayşe’yi sabaha kadar evlendirsek fark etmez, çocuk yapmadan da yoksullar. Mehmet’i Mehmet’le evlendirip Adana’ya taşırsak tam olacak gibi duruyor, ama o zaman da fark ediyorsunuz ki, Mehmet’leri Adana’da tatmin edecek ve ona o meblağ ücreti verecek bir sektör veyahut pozisyon mevcut değil; ya da sayısal olarak çok az. Çünkü bazı bantta maaşlar gerçekçi olarak sadece İstanbul’da alınabiliyor.

E ne yapacağız? Nasıl olacak?

 

11.

Ben buraya, bilgim ve nefesim dahilinde; tespitim ve analizim dahilinde sistematik olarak yanlış olan şeyleri yazdım. Aşağıda bir Muhit var. Oraya da beraber yazacağız.

İsteyen, istediği şekilde bu derlemeye katkıda bulunabilir. Öğretmen miyiz, öğrenci miyiz? Eğitim sistemiyle ilgili sorunlar mı var tespit ettiğimiz? Avukat, savcı, hakim miyiz? Hukuk sistemi nerelerden sorunlu, nesnel nasıl delikleri var? Doktorlar, hemşireler? Mimarlar, mühendisler? Muhasebeciler, bankacılar? Gelin bundan sonrasını da beraber yazalım. Ve bütün bunlara, avazımız yettiği kadar, hayır diyelim bundan sonra. Dileyen, istediği anonimlik seviyesinde kalabilir. İsterseniz Facebook‘a, isterseniz Muhit‘e, isterseniz mail yoluyla yazabilirsiniz.

Buyurun.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.