Gezi üzerine düşünüyorum epeydir.

Sadece beşinci yıldönümü olduğu için değil. Bu tür bir büyük rakam dönümünün maddi bir anlamı yok. Manevi anlamı da kısıtlı zaten; hele her gün her şeyin önemli bir rakamda yıldönümüyken.

Hayır, ben Gezi üzerine düşünüyorum, çünkü geçtiğimiz hafta civarı Yüzyüzeyken Konuşuruz‘un bu sene başında çıkan Akustik Travma albümün dinlemeye başladım. O albümün içinde bir şarkı var. Adı 2013. 

2013 şöyle başlıyor:

“Yolumuzun önüne ışık tutan olmadı
Yönümüzü seçebilelim
Sanki çocuk on beşinde vurulmadı
Unutup gülebilelim”

Bu şarkıyı dinlerken, aklıma başkaları da geldi. İster istemez, üzerine çok da kafa mesaisi harcamayı gerektirmeden. Kafam ilk Canavar‘a uğradı. Neticede yine aynı grubun parçasıydı. O da şöyle diyordu bir yerinde:

“Sen her daim kayboluşta
Ben sonsuz bir yokuşta
Sur’da ya da Suruç’ta
Binbir tür cana vardım”

Az gittim, uz gittim. Şarkı türkü düz gittim. Bir de dönüp baktım ki, Duman kadar yol gitmişim. Eyvallah demiş Kaan Tangöze ve saz arkadaşları; bana, biberine ve gazına.

“Kaldırın eli çekinmeden,
ve korkmadan.
Meydanlar bizim,
unutmayın bu vatan bizim”

Bu şarkıyı duyduğumuzda, Gezi tarihi yazılamama pahasına bir ciddiyetle yaşanırken duyduğumuzda ne kadar duygu dolduğumuzu hatırladım. Sadece ben, sen değil. Şarkının değdiği herkes.

Bu, beni başka bir Gezi marşına götürdü kafamla beraber.

Gaz maskesi ala benziyor (gaz maskesi ala benziyor)
Biber gazı bala benziyor (biber gazı bala benziyormuş)
Benim TOMA’m bana sıkıyor (benim TOMA’m bana sıkıyor)
Bulunur bir çare, halk ayaktadır; Taksim yolunda, barikattadır”

Ne kadar güldüğümüzü hatırlıyorum bunu duyduğumuzda. Ben, sen değil. Bu şarkının dokunduğu herkes.

Güldüğümüz diğer şeyleri hatırladım sonra. Mesela TOMA çaldığı iddia edilen Beşiktaş amigosunun polis karakoluyla yaptığını hayal ettiğimiz konuşma. Bunun üzerinden türetilen espriler. Yapılan küçük şakalar. Çalınan TOMA‘ya POMA demek gibi mesela. Şu müthiş şapka gibi.

POMA Şapka

TOMA‘nın hayatımızda ne kadar yer eden bir kelime olduğunu anımsadı zihnim. Ne kadar söz ediyorduk TOMA’lardan! O kadar söz etmek ki; hiç efor sarf etmeden muhteşem esprilerin içine yedirmek; katık etmek artık zorlamaksızın mümkündü. Toma-Su-Biber-Portakaaal mesela.

Toma Su Biber

Hayatımıza sert giren ve sert girişi muhteşem şakalarla yumuşaltılmak zorunda kalınmış diğer terim ve tabirler geçti zihnimden. Rennie ve Talcid gibi. Onların peşi sıra şu duvar yazısını hatırladım: Kız olursa Rennie, erkek olursa Talcid.

Ne kadar gülmüştük buna o zaman. Sen ben değil. Bu duvar yazısını gören herkes.

rennie talcid

Sonra tüm Gezi‘nin en çok güldüğüm şakalarını düşündüm. İnci Sözlük‘te yıllarca bilenmiş, Bobiler‘de bitirme tezini vermiş bir nesil kaskabarıp bırakmıştı içindeki tüm cevheri Türkiye’nin ara sokak duvarlarına. Gelir mi gelir amk çıkmıştı mesela bir sabah ansızın bir Twitter feed’inde karşımıza.

Gandalf

Daha da unutulmaz olanı elbette, belki de Gezi‘nin en içten duvar yazısıydı.

GTAda polis döven nesle

Bütün bunlar geçti bir bir aklımdan. Gezi kahramanlarını illüstrasyonlarla ölümsüzleştirenler. Son kelimesi ustaca seçilmiş o tweet’le tek atışta seksen bin kişinin kalbine ritm ıskalatabilenler. İçimizden çıkan amatör graffiti yazarları. Tencere ve tavalardan oluşan o muhteşem orkestra. Her gün sosyal medyaya bir kitap dolduracak kadar anlamlı pasajlar yazanlar, Taksim Meydanı’nın ortasına piyano getirip konçerto verenler, her gün hep beraber bir araya gelip söylenen şarkılar.

Ve tezahüratlar, elbette. Bütün o muhteşem, nefes kesici tezahüratlar.

Ve en nihayetinde, bütün bu seyahat bittikten sonra zihnimin içinde, kendimi şu soruyu sorarken buldum. Gezi‘nin beş yıl ardında, yine bunaltıcı bir akşamın uykusuz ve gergin sabahında, bir Haziran günü ortasında; şunlardan başka ne kaldı ellerimizde?

Hiç. Koca bir hiç.

Bakın, 24 Haziran‘ı 25 Haziran‘a bağlayan gece ne yaşandı ben bilmiyorum. Bilen çok kişi olduğunu sanmıyorum. Dimdik içinde duruyor olsanız dahi anlamlandıramayacağınız, size tane tane açıklansa bile anlatamayacağınız gecelerden biriydi. Türkiye’nin siyasi tarihi, siyaseti bu gecelerle dolu elbette. Mühürsüz Oyların Gecesi, 15 Temmuz Kalkışmasının Gecesi, 7 Haziran ve 1 Kasım Arasındaki Çoğu Gece, ve daha nice garipleri, acayipleri.

Bugün ya da günümüzde değil sadece. Gerilere gittiğinizde de. 1980‘e, 1971‘e, 1960‘a.

1952‘ye, 1938‘e, 1924‘e…

Hatta belki de daha da geriye, İstanbul 918 Teşrinlerineİzmir 919 Mayısında, ve…

ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar…

Adana, Antep, Urfa, Maraş:
düşmüş,
dövüşüyordu…

Ateşi ve ihaneti gördük. 

Böyle yazdı Nazım Hikmet Kuvâ-yı Milliye Destanı‘na hepimizin hikayesini. Bu liderlerin, cengaverlerin, adları tarih kitaplarına büyük puntolarla geçenlerin hikayesi değildi. Bu bir halk hikayesiydi. Bir halk hareketiydi Kurtuluş Savaşı. Bu halk bizdik. Nazım Hikmet’i biz çıkarttık. Nazım Hikmet bizi geçti kayda; aynen şu cümleleriyle:

Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar
Ve kahreden, yaratan ki onlardır
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.”

Dino

Nazım Hikmet, tüm tarihe ve tarihin bu istikametine bakmaya niyetlenen herkese geri dönülmez bir biçimde duyurdu Kuvâ-yı Milliye Destanı ile onlar’ı ve onlar‘ın yaptıklarını. O kadar güzel duyurdu ki, o kadar güzel kelimeler seçti ki; öylesine dayanılmaz bir estetik emri vardı ki onun seçtiği sözcüklerin diziliminde; tarih böyle kabul etti bunu. Kayda böyle geçti. İkna olunmayacak olanı bile yolundan döndürecek kadar güzeldi çünkü Hikmet’in ifadesi.

İkna olunmayacak olanı bile yolundan döndürecek kadar güzeldir çünkü estetik ifade.

Ben epeydir Gezi‘yi düşünüyorum.

Orada ne başardığımızı. Sen, ben değil. O otuz günün dokunduğu herkes.

Ne kazandık, ne ile ayrıldık biz o meydanlardan? Biber gazına bir dayanıklılıksa; otuz gün sonra çıktı hepimizin sisteminden. Otoriteye bir başkaldırıysa, zaten “ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” diyen bir coğrafyada yaşandı Gezi; bu alanda verdiği dersler yeni değildi. Siyasi bir edinim? O hiç olmadı. Tek becerebildiğimiz parkı kurtarmaktı. O da büyük bir zafer gibi gelmiyordu ilk üç gün inandıklarımızın yanında. Otuz günün sonrasında, forumlar devam ediyor olsa da; içten içe sadece slogan atmak için evden çıkıyormuş gibi hissetmemek mümkün değildi.

Ama mesele buydu zaten. Gezi‘nin kazanımı buydu. İfade. Durdurulamaz, söndürülemez bir ifade. Bir anlatma hissi, ama öyle kuru kuru değil; her seçim öncesi “rakip partiden üç kişiyi bulun, bizim partiyi anlatın” gibi didaktik bir gayede değil. Hissettiğin şeyleri -çirkin mi çirkin olanları bile- güzel kelimelere, güzel esprilere, güzel melodilere, güzel resimlere ve güzel nesnelere bulayarak anlatabilme hissi. Bu hissi acil ve çabuk çabuk pratiğe dökme mecburiyeti. Bu mecburiyetin getirdiği kabiliyet.

Gezi’de sanat yapmayı öğrendik biz, bunu demek istiyorum.

Bu saatten sonra da yapılmaya değer kalan son şey sanattır, bunu da eklemek istiyorum.

Gezi-Parki-direnisi-

Siyaset bizi buraya kadar getirdi. Buradan da geri götürmeyecek. Daha ilerisinde bir şey yok, insanların sizin vekaletinizi alıp birbirleriyle kavga etmesi gerekirken ekseriyetle vekaletini temsil aldıkları kişilerle kavga ettikleri sistem ancak buraya taşıyabiliyor bizi. Tam buradayız. Bir önceki gece bir seçim yaşandı. Öyle bir seçim ki, seçimin tarafları partilerin ve seçimin sağlıklı geçmesinden sorumlu kurulun ve bu kurulun şaibeli hüviyetinden ötürü kurulmuş alternatif ajans ve kuruluşların bile güvenilir gelmediği bir seçim. Öyle bir seçim ki, sonuçlanmış gibi gelmeyen, yaşanmış gibi hissettirmeyenlerden.

Bu buysa, siyaset atılmalıdır bireysel bünyeden. Siyasetle yıllar içinde hepimiz “bunlar” olduk miting meydanlarında. Artık bu kimlikten çıkma vaktidir. İçinde ifade aşkı olan herkes kafasını kendi götünden çıkarmalı, etrafındaki onlar’ları aramaya, anlatmaya başlamalıdır. Bulabildiği en güzel kelimeler, yakabildiği en güzel spot ışığı, alabildiği en güzel ses kaydı, yaratabildiği en güzel melodiyle anlatmaya başlamalıdır hem de. Başlasın ki, gelecek nesillere çirkin siyasi konuşmalarla değil; güzel şarkılar ve harika heykellerle kalsın bu günler.

Erzurum Kongresi‘nin, ırak tarihe şu dizelerle miras kalacağı gibi:

“Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a :
«Amerikan mandası altına girelim,» diye.
«İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
Memâliki Osmaniye’nin cümlesine şâmil
Amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum’un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum’da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı…”

Siyaset Türkiye’yi yüzüstü bırakmıştır.

Yolun bundan sonrasına estetik ifade ile devam edilmesi önemle arz edilir.

Sevgilerimle.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.