Geri dönüp bakınca Belki Alışman Lazım‘ın başarısı bana inanılmaz geliyor.

Seneyi hatırlıyorum. 2002 yılındayız. Sonbahar ayları. Eski Türkiye ile Yeni Türkiye’nin kavşak noktasında, arkamızda muhteşem bir Dünya Kupası serüveni; önümüzde ise 2002 Genel Seçimleri var. Türkiye’ye bir şeyler oluyor o esnada. Bir virajda olduğumuz sadece hissedilmiyor; biliniyor, konuşuluyor da. Başbakanların kafasına anayasa, meclis kapısının önüne yazarkasa atıldığı yıllar; Galatasaray‘ın Avrupa’nın elit kulüpleri arasına girdiği, Tarkan’ın Avrupa’da tanınan bir star olduğu vakitlerle iç içe. Kafalar karışıyor.

Bu esnada bir albüm çıkıyor. Orta okuldayım. Benim haberim yok böyle bir albümden, öyle bir gruptan. Yılbaşı için sınıfta öğretmen küçük bir organizasyon yapıyor. Konsept çok malum, herkes birinin ismini çekip ona hediye alacak. Vakit geliyor. Beni çeken kız elime dikdörtgen bir hediye kutusu tutuşturuyor. Bir kaset bu. Üstünde üç tane serseri görünümlü adam var. Duman yazıyor. Belki Alışman Lazım.

Duman-Belki-Alışman-Lazım

Ben bilmiyorum bu üç serserinin Kaan Tangöze, Ari Barokas ve Batuhan Mutlugil olduğunu. Bilmiyorum Tangöze’nin Seattle’da aldığı eğitim sırasında grubun temellerini attığını, bilmiyorum müziğin içerisinde Seattle’ın 90’larına domine etmiş grunge akımının etkileri olduğunu. Bilmiyorum albümün arkasında destansı bir aşk ve destansı bir kaybın yattığını. Ben çok müzik de bilmiyorum o yıllarda. Evde kendi rızamla aldığım kasetler sırasıyla Mustafa Sandal‘ın Araba albümü, Ricky Martin‘in herkesin gönlüne tek atmış Vuelve‘si bir de Şirinler’in çocuk şarkıları söylediği isimsiz bir derlemeden oluşuyor. Ama meraktayım. İnceden konuşulduğunun farkındayım albümün. Bakmak istiyorum.

Münasip bir zaman oluyor. O kaset benle eve gidiyor. Yolunu Almanya’daki kuzenimden bana inmiş eski Walkman’e buluyor.

Şöyle başlıyor albüm söze:

“Kendime geldim geleli dostlar;
Olamam kimseye düşman.
Bir şüphem yok, kefenim sağlam;
İçerim ben bu akşam”

Takiben yaşanan her şey benim aklımı başımdan uçuruyor. Kırk sekiz dakika boyunca yaşanan her şey bir deprem benim için. Kaan Tangöze’nin vokalleri alkol, seks ve boşvermişlik kokuyor. Arkadan akan gitarlar tehlikeli ve saygısız. Melodiler ara sokak gibiler, hayatımda ilk defa gece vakti dışarıda kalmama izin verilmiş gibi hissediyorum. Açık açık kadın ayağı övülüyor; neden anlamıyorum, ama ayıp hissettiriyor.

Ama beni neredeyse yerimden düşüren, bütün albümü kulaklıkla dinlediğim için şükür ettiren şarkı Oje bitince başlıyor. Şöyle giriyor lafa Tangöze usulca, ama yılmaz bir kararlılıkla.

“Kahpe dölün soyu;
Ele vermiş seni.
Nice yıllar boyu;
Kırmış kalbini.”

Size çok enteresan bir şey söyleyeyim mi? Bugün sene iki bin on sekiz, ben kendi kayıt aldığım podcast’ler ve yaptığım radyo programlarında bundan çok daha ayıp şeyler söyledim. Steril muhabbetlere ve konuşulmaması gereken konulara inanmıyorum. Toplumun bazı söylemleri ayıp bulurken bunların daha kaliteli kelimelerle ifade edilmiş biçimlerini alkışlamasını çocukça buluyorum.

Yine de Kaan Tangöze lafa kahpe dölün soyu diye girdiğinde omzumun üstünde annem yakınlarda mı diye bakasım geliyor.

Bu söz, bu tabir o kadar büyük, benim aklım ise o kadar küçük ki; var olan alan kimseye yetmiyor, duvarların yıkılıp odaların birleştirilmesi gerekiyor. Sonrasında bir gitar solosu giriyor içinden, derinden. Sanki grup az önce tokatlayarak açtıkları akıl sınırlarının farkındaymış gibi, bir süre müzikle yatışmanızı; az önce başınıza gelen şeyi bir tartmanızı istiyor. Solo melodik. Solo özlem çeken bir hüzün içerisinde. Bir müddet sonra Tangöze tekrar giriyor lafa. Önce sakin konuşuyor. Tekrar tekrar “Kırmış kalbini” derken, gitar bir yandan vites yükseliyor arkadan. Tüylerinizin diken diken olduğunu fark ediyorsunuz. Gitar yine hızlanmaya başlıyor. Ritm kırbaca kalkıyor. Kaan Tangöze imzası olageldiği üzere bağırmadan bağırmaya; sesini yukarı değil, yana yükselterek dağları titretmeye başlıyor.

Yolun ardına bakmadık,
Yorulmadık;
Bak hâlâ buradayız.”

Duman albümüne sosyolojik bir eleştiri ile devam ediyor. “Biri sağdan, biri soldan asılınca; biri yasaya, biri kasaya karışınca…” derken seslerin biri sağ kulağımdan, biri sol kulağımdan geliyor. Şaşkınlık geçiriyorum. Heyecanlı ve göbek atmalı Masal‘ı salt şiir olarak ele alacaksak albümün en güçlü eseri Manası Yok takip ediyor. Bağıra bağıra ilan ediyor Tangöze; “manası yoktur bu âlemin, manası yoktur, yok, yok bu gafletin…” diyor. Fark ediyorum, her cümlenin sonunda yok diyen Tangöze, “sanattan geçen yolu kesmişler, ben geçer miyim?” dediğinde es veriyor.

Bu bir seyahat artık. Artık şarkıları bir sonraki hissin ne olacağını görmek için dinliyorum. Tangöze’nin ne dediğini anlamaya çalışmak kapmış, götürmüş beni. “Orada bir adam var” dediğinde kafamda bir adam canlanıyor, ama bu adam niye canlanıyor ve ne yapıyor hiçbir fikrim yok. Tek emin olduğum şey, artık albümün orta yerinde olduğumuz, sona doğru gidiyoruz ve ben artık her şeyden çok Kaan Tangöze gibi olmak istiyorum.

Kaan Tangöze

Sonradan anlıyorum ki bu, o gün tanıştığım şey, o gün aklımı başımdan uçuran şey rock. Tangöze, Barokas ve Mutlugil rock şablonunu seriyorlar kafamın içine. Edebi bir saygısızlık, kararlı bir sarhoşluk, kaybettiğini bilen bir isyan. Dinleyeni ve duyanı sarsmaya yönelik; sorgulatmaya yönelik, ayakta tutmaya yönelik sözler var. Ben o gün adını koyamıyorum, ama Kaan Tangöze beynimin ön tarafına gelip oturuyor bir hedef gibi, bir tablo gibi. O gün bilmiyorum, ama bir aşk bu rock müzik ile aramda başlayan. Albüm bitiyor ve biter bitmez ben onun gibi şarkı söylemeye çalışıyorum; heceleri yamulta yamulta, sesimi titrete titrete, sanki yıllar boyu alkol ve sigaraya boğulmuş bir yorgunluğu taklit edebilirmişim gibi bir hevesle.

Okula dönüyorum. Bu bana ait, benim bir albüm. Öyle sanıyorum. Esasen albüm Ekim çıkışlı ve bu hediye bana Aralık’ta verilmiş. Yani zaten ben dönüp de, kendimi özel hissedemeden fark ediyorum ki zaten herkes uzun zamandır albüme aynı şekilde bir sahiplenme hissediyor. Bu ortak bir zemin aramızda. Hepimizin elinde yetişkinlerin bilmediği bir kart var. Bu kart çok özel bir kapıyı açıyor. O kapının arkasında insanlar ojelerden, bulantılardan, masallardan ve akşamlardan söz ediyorlar. İçeriye herkes davetli. Ama sadece yukarıda duvarları yıkıp odaları birleştirmiş olan giriyor.

Biz bizeyiz içeride. Herkesin favori bir Duman üyesi var. Kızlar Batuhan’a kopuyorlar. Oğlanlardan Ari’yi çok delikanlı bulanlar var. Ben çoğunlukta, Kaan kampındayım. Hafiften hoşlandığım bir sınıf arkadaşımın bir gün “sesin de Kaan’a benziyormuş ha yalnız” demesi benim için her şey demek. Yalnız olmadığımdan eminim. Sesini Kaan Tangöze’ye benzetmek için elinde şarkı sözleri, kulağında Walkman kulaklıkları, ya da karşısında kaset çalar, ya da Kral TV’nin Her Şeyi Yak‘ı yayınladığı o özel saatler; omzunun üstüne doğru her an gelebilecek anneye yönelik atılan bir bakış, saatlerce pratik yapmış tek kişi olamayacağımı biliyorum.

Biliyorum, çünkü yaşıtım olup da Duman sevmeyen kimseyle karşılaşmadım. Biliyorum, çünkü Duman konserlerinde bulundum. Biliyorum, çünkü herkesin nasıl ezbere eşlik ettiğini gördüm. Kelime kaçırmadan. Hece kaçırmadan. Tangöze “ölüyorum” dedikten sonra “vay” demeyi ıskalamayacak kadar büyük bir isabetle hem de.

Saatlerce evde pratik yapmış gibi.

Kırk sekiz dakika yirmi saniye. Albümün aşağı yukarı ebadı bu kadar. Bir kasetin içine koydular bunu 2002 yılında. Türkiye’ye dağıttılar. O esnada toplumsal kimliğini sorgulayan bir ülkenin içinde, bireysel kimliğini sorgulayan bir grup ön ergen ve ergen vardı. Duman söyledi. Onlar sahiplendi. Onlar büyüdükçe, rock müzik de büyüdü ülke sınırları içinde. Kurban‘lar, Mor Ve Ötesi‘ler, Kargo‘lar Türkiye’de yapılan rock müziğin ikinci neslini şekillendirdiler. Türkçe Rock dedik onların yaptığı şeylerin adına. Anadolu Rock ve Üçüncü Yeniler‘in arasına koyduk. Hepsini çok sevdik. Bazıları da çok iyiydi gerçekten.

En nihayetinde Duman hâlâ Duman. Kaan Tangöze hâlâ bu ülkenin gördüğü en büyük rockstar. Bu değişmedi. Her yeni konser verdiklerinde, her atılımlarında, mesafelerinde, her hareketlerinde; bir yerden şunu diyorlar bize. Hissediyorum. Biliyorum. Duyuyorum.

Yolun ardına bakmadık,
Yorulmadık;
Bak hâlâ buradayız.
[…]
Sen hiç üzülme,
Hiç ağlama;
Bak hâlâ buradayız.”

 

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

1 Comment

Tunay için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.