Türkiye Profesyonel Futbolcular Derneği bir açıklama yaptı geçtiğimiz gün. Açıklamayı sosyal medya üzerinden yaptılar. 1992’de kurulan ve futbolcuların saha içi ya da dışı haklarını korumak amacıyla yola çıkmış olan TPFD, Twitter üzerinden yayınladı bu açıklamayı ve ben üzerine daha fazla bir şey söylemeden önce, beyanatı kendinizin de okumanız gerektiğine inanıyorum.

TPFD Aciklama

Resmin net çıkmadığı olası gelecekler için tarihe not düşelim, TPFD bu metinde uzun uzun futbolcuların çektiği zorlukları anlatıyor. Tek tek de sayıyor. Sabah şu saatte kalkacaksınız, Pazar ailenizle kahvaltı edemeyeceksiniz, maç stresi yaşayacaksınız, sakatlıklar olacak, insanların size bakış açıları performansınıza göre değişecek gibi; futbolculuğun negatif olarak algılanan tarafları sıralanıyor manifestoda.

Ve bu metin, gerçekten, tartışmasız, abartısız, kemik bir noktada Türkiye’nin son 20 yılda yaşadığı kimlik erozyonunun en güzel ve en kristalize temsili.

Metnin sıkıntılı olmasını sağlayan şey, esasında bir hobi-meslek olan futbolculuğun negatif taraflarını sayma cüretinde bulunması değil. Ancak söylemek gerek, bu gerçekten de problem teşkil eden bir yaklaşım. Türkiye genç işsizliğin çok yüksek olduğu, bunun doğal bir sonucu olarak da pek çok insanın sadece geçim sağlayabilmek için sevmediği işleri yapmaya mecbur bırakıldığı bir ülke. Bu insanlara çıkıp “Abi bizim de hayatımız zor, antrenman yapıyoruz” dediğinde olumlu algılamayabilirler.

Metnin sıkıntılı olmasını sağlayan şey futbolcuların kazandığı paranın ortalama olarak yüksek olması da değil, çünkü TPFD teoride sadece büyük paralar kazanan futbolcuları değil, ayda bir giriş seviye bankacı maaşıyla Yenişehirspor’da top oynayan sporcuları da temsil ediyor. Ancak söylemek gerek, metindeki bir takım noktalar sadece üst seviye futbolcuların dertlerini izah etmeye yönelik. Örneğin ben gerçekten hiçbir Erzin Belediyespor oyuncusunun “sevdiklerini 1 gün görebilmek için 1000’lerce kilometre yol” gittiğini, ya da maç öncesi yüksek stresten kafayı yediğini sanmıyorum.

Metnin sıkıntılı olmasını sağlayan şey, inanmazsınız, sayılan dertlerin havadan sudan olması da değil. Ve bu ekstra sinir bozucu bir durum esasında, çünkü futbolcuların gerçekten çözüm bekleyen ciddi dertleri var. Süper Lig’de ayda 10 bin dolara oynayan oyuncular için daha az, Bayburt Özel İrade ayarı bir takımdan 6 aydır ödemelerini sakat olduğu bahanesiyle alamadığı gibi bir de kontratı feshedilen oyuncular için daha fazla. Futbolcuların emeklilik, sigorta, spor sonrası hayat için yatırım danışmanlığı, askerlik durumu, tesislerdeki sağlığı tehdit eden teknolojik eksiklikler gibi gerçekten çözülmesi gereken ve TPFD’nin üzerine eğilmesi beklenen sorunları var. Bunlara kıyasla Pazar kahvaltılarından geri kalmak komik gözüküyor haliyle.

Hayır. Metnin sıkıntılı olmasını sağlayan şey artık bizim milli sporumuz hâline gelmiş bir iletişim tekniği kullanılmış olması. Mağduriyet.

Antrenman

Bütün tekst size kendinizi futbolcuların mağdur olmadıklarını düşündüğünüz için kötü hissettirmek üzerine kurgulanmış. Tüm cümleler bu doğrultuda hareket ediyor, tüm sözcükler bu amaçla seçilmiş. Hatta sonunda açıklamayı kaleme alan herhalde kendisine hakim olamamış, baya kıssayı bağırarak sonlandırmış yazısını. “O” diyor yazar, “O şey hariç her şey“. Aynı anda hem kör göze parmak hem de dipsizcesine anlamsız olmayı başarmasının yanında, cümle öncekilerinin derdini olumluyor. O dert de ortak. Mağduriyet.

Halbuki neden? Neyin mağdurluğu bu? Kim mağdur etti bu insanları? Futbolcu olmaya zorlanan insan mı var ülkemizde? Hayır dünyada futbolcu olmaya zorlanan bir insanoğlu var mı? Olması mümkün değil, çünkü bu elit bir meslek. Dünya üzerinde bunu profesyonel olarak icra eden insanların sayısı nüfusa oranla komik derecede az. Bankacılık, devlet memurluğu, çiftçilik, işçilik gibi bir şey değil bu. Mesleğin kontenjanı dar. Bu kontenjan darlığı seçmede elitistliği getiriyor. Bu elitistlikten de sadece gerçekten futbolcu olmak isteyen insanlar geçer not alıp profesyonel takımlarda oynama şansı buluyorlar.

3 Lig

Yani bu insanlar bunu çok istedikleri için oradalar. Kendileri seçtiler. Hiçbir şeyin kurbanı değiller. Kendi bilinçli ve ehliyetli tercihleriyle bu meslekten para kazanmayı tercih ettiler. Eğer yeterince kazanmıyorlarsa, başka bir tercih yapmaları gerekmekte. Az paraya rağmen, çok istediğin işe devam mı? Yoksa daha çok para için daha az istediğin bir iş mi? Ya da sakatlık yaşama ihtimali, örneğin, o da değerlendirilmeli. Aileye ayrılan vakit. Pazar kahvaltıları. Bunların her biri, sıralı ve sürekli birer tercih.

Ve tercihten mağduriyet doğmaz.

Doğamaz, konseptin doğası buna müsait değil. Ben tercih ettim, ben tercih etmeye devam edeceğim, sonra da birisi beni kurban etmiş gibi şikayet edeceğim; öyle mi? Kendi kendimi soktuğum durumların edinim ve kazanımlarını kendime alacağım, kayıp ve hasarlarını ise hep başkalarına fatura edeceğim, doğru mu? Sorumluluğu almayı sadece işime geldiği zaman kabul edeceğim yani, değil mi? Ya böyle bir şey olabilir mi? Sen seçmedin mi orada olmayı? Sen göze almadın mı bunları? Bunlar gizli bilgiler miydi? Sen nasıl bu konudaki ehliyetini inkar edebilirsin ki? Ne elde etmeyi amaçlıyorsun ki böylelikle?

Retorik gibi soruyoruz ama amaçlanan şey belli aslında. Sorumluluksuz haklılık.

Burada bir hastalık var. Bir şeyi elde ediyor, bunun için uğraş veriyor, kendisini oraya sokuyor, dışarıda kalmamak için de çaba sarf etmesine rağmen hikayeyi anlatırken kendisini pasif duruma koyuyor. Bir şeyler başına geliyormuş gibi davranıyor. Kendi tercihleriyle girdiği yolun engebelerinden yakınıp, bunları çözme yolunda atılabilecek adımlar söz konusu olunca sorumluluğun s’sini üzerine almaktan çekindiği gibi, genel algı da hep kendisine yönelik sempati barındırsın istiyor.

Ama bunun bir bedeli var. Bu iletişim tekniği yaygınlaştıkça hareket ve sonuç arasındaki ilişki de flulaşıyor. Neyin neye sebep olduğunu anlamaya, anlatmaya, takdir etmeye ya da eleştirmeye kalkıştığınızda kurabileceğiniz tüm denklemler kirletiliyor, karmaşıklaştırılıyor. Bunun neticesinde ne ayıba suçlu bulunabiliyor, ne de başarıya mimar. Kimse bir şey yapmıyor, kimse karar almıyor, her şey herkesin sadece başına geliyor. Bu da, kelimenin tam anlamıyla, her şeyin aklını kaybettiriyor.

 

Aklımızı kaybedince olan da, bu ülkenin son on beş yılı işte.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.