Yazar: Ruken Barış

Yıl 2010 olsa gerek. Halıya kurulmuşum. Gözlerimi televizyondan ayıramıyorum. Televizyonda Avatar: Son Hava Bükücü var. Çok bir şey anladığım söylenemez ama güzel bir şeyler olduğunu tahmin edebiliyorum. Kibar bir çocuk var televizyonda, garip bir biçimde yumuşak ayaklı olduğunu biliyorum, bir de çok cesur bir kız var, acayip acılar yaşadığını biliyorum. Bir şeyler başarıyorlar, az ya da çok. Akıllı başka bir çocuk var, dalga geçiliyor filan ama çok harika planlar yapmıyor mu? Başka bir kız daha var, çok kırılgan olduğunu söylüyorlar ama az önce beş yetişkinin hakkından geldi! Hatalar yapıyorlar, birbirlerine çok kızdıkları oluyor. Ama günün sonunda da birlikte gülüp eğlenmeyi biliyorlar.

Pek algılamıyorum, olayların kronolojik sırası hakkında bir fikrim de yok, gözünde yanık izi olan çocuk bir çekilmez, gergin birine dönüşüyor; bir candan bir arkadaş oluyor. Bazı bölümlerde tüm şehir kırmızıya boyanmış, bazı bölümlerde yeşil kıyafetli insanlar yapmacık biçimde gülümsüyor.

avatar-the-last-airbender-800x533

Ama şimdi biz şaşkın şaşkın, ama büyülenmiş biçimde televizyona baktığım odadan çıkalım. Büyülenmiştim çünkü her şey çok olağan, bir o kadar da olağanüstüydü. Çizimler başımı döndürüyordu -hala da döndürüyor- tamamen uydurma hareketlerin, bükme tekniklerinin gözlerimde bu kadar akabileceğini, yalandan insanların bu kadar gerçek hissettirebileceğini bilmiyordum. Sanırım o yaşlarda kim izlediyse aynı şekilde büyülendi, küçük gözlerin önünde çok ağır bir tiyatro sahnesi kurulup kaldırılıyordu çünkü. Zihnimde yarattığı tüm imgeler korkunç bir enerji veriyordu, kaç yaşıma girersem gireyim coşku ile dolduruyordu beni. Eğer heyecanla ekranın üzerinde kıvrılan çizgi ve renklere bakan o çocuğun odasından uzaklaşırsak, aynı odanın penceresinin açıldığı sokakta arkadaşıyla farkına bile varmadan role-playing yapan bir çocuk buluruz. Sonraki gün kâğıdı kalemi önüne almış bilmeksizin fan-art yapıyordur.

Günümüzün masalları artık çizgi filmlerdi, ben de bu kurmacalara büyük bir aşkla tutunmuştum. Çok ama çok güzel bir resme bakmanın verdiği şevkle fırça tutmaya acıkmak, ya da kulaklığınızı kulaklarınızdan sıyırıp adını bile bilmediğiniz bir enstrüman çalmayı istemek gibi bir şeydi bu. Öyle usulünce yapılmıştır ki karşımızdaki eser, o anda fırsat verilse biz de aynı eserin on beş farklı heykelini dikeriz oracıkta. Peki, neden bu kadar hoşuma gidiyordu, hem biçim hem de içerik olarak bu kadar harika olmayı nasıl başarıyordu?

Dünya İnşası

Çünkü mükemmel bir dünya inşası yapıyordu.  İzledikten sonra gerçekten antik Yunan doğa filozoflarının basit teoremleriyle nasıl bu kadar ilginç bir evren kurulabileceğini gördüm, kendi içinde tutarlı; daha önce nasıl kimsenin aklına gelmedi bu diye sorduran cinsten.

Fantastik sistemini, elementlerin nasıl tutarlı kullanıldığını, işin ruhsal iç boyutunu, ortaya getirilen “sihirin” maliyetini, eğitimini, bükücülerin istedikleri kadar yaratıcı olabilmelerini bırakırsak (sanki bunlar az buz şeylermiş gibi), karşımızda yine harika emperyalizm örnekleri, totaliter bir rejim, çeteleşmeler, “etnik temizlik”, isyan ve savaş kalıyor.

Savaş ve Politik Temalar

ba sing se

Basbayağı savaş. İnsanlar ölüyor, bu ölümler karakterler için yıkıcı oluyor, hatta karakter gelişimleri bu ağır olaylar üzerinden ilerliyor. Bir çocuk dizisi bunların hepsini gayet basitçe anlatabiliyor. Baş karakterimiz faşist ulusun okulunda bir gün geçirip propagandayı kendi gözleriyle görüp tersleyebiliyor.

Örneğin karakterler Toprak Krallığı’na vardıklarında şehrin sadece bir yüzünü görebilmelerine izin verilmişti, ne yazık ki ülkenin kralının savaştan bile haberi yoktu, ülke de paralel bir yapı olarak köklenen Dai Li tarafından yönetiliyordu. İnsanların beyni yıkanıyordu, basbayağı “Okyanusya Doğu Asya ile savaşta, Okyanusya hep Doğu Asya ile savaştaydı!” diyecek konuma getiriliyorlardı. Tek fark, Ba Sing Se’deki insanların savaşın varlığını tamamen inkârıydı. Dai Li’yi kuran da aslında Avatar Kyoshi’nin kendisiydi, ancak seçkin grubunun böyle yozlaşabileceğini düşünmemişti. Bu da beni üçüncü bir noktaya getiriyor.

Yapılanların Sonuçları

Avatar, bölüm sonunda her ne olursa olsun evrenin sıfırlandığı bir dizi değil. İyi karakterlerin hep iyi, kötü karakterlerin hep kötü olduğu; iyilerin hata yapma lüksünün olmadığı bir dizi, hiç değil. Aksine, belki de şüpheye en çok düşen, yaptıklarının sonuçlarıyla en ağır yüzleşenler protagonistlerimiz. Ne yaptığını şöyle bir düşünüp vicdani sorumluluğu yüklenenler daha çok acı çekiyor çünkü. Öyle olması da gerekiyor. Avatar’ların hepsinin kusurları var, hepsi de bunu telafi etmeye çalışıyor, hiçbirinin genel geçer bir başarı ile öldüğü de yok. Ama devam ediyorlar. Yılmadan, vazgeçmeden, Sisifos’un taşı tekrar ve tekrar yuvarlaması gibi, Avatar da tekrar doğuyor, bir kesin bir barış hali başarabilmesi kesin olduğu için değil. Bu da insanı pek çok varoluşçu ve nihilist düşüncelere daldırıyor.

Ahlaki İkilemleravatar - raava and vaatu

İlk Avatar Wan’ı, Vaatu ve Raava’nın çekişmesini Legend of Korra‘da izlediğimizde veya ilk sezonun finalinde Kuzey Su Kabilesi’nde Ay Ruhları’nın, Ying ve Yang’in savunmasız, iki balık şeklinde temsil edilişini gördüğümüzde müthiş bir kıvanç hissediyorum. Çünkü Doğu kültürünün bu tatlı motiflerini izlemek, hem de bir Amerikan kanalında “çocuk dizisi” izlerken rastgelmek çok büyük bir anlam taşıyor benim için. Etki ve tepki, eksi ve artı, siyah ve beyaz, Ying ve Yang, iyi ve kötü; adına ne derseniz deyin bu diyalektik, bu diyalektikten doğan sentez, Vaatu ve Raava’nın hep savaşmak zorunda olması, Eski Türklerde ve şamanizmde (kamlama inancı) nefes aldıktan sonra nefes vermek zorunda olmamız kadar doğal olan o denge.

Karakterlerin ahlaki öğretileri; Aang’in, hava keşişleri tarafından büyütülen (bizim dünyamızda olsa Tibetli bir Budist olarak yetiştirilen) bir çocuğun dünyaya nice acılar çektiren Ozai’yı öldürmeden önce büyük ikilemler yaşaması, önceki hayatlarından yardım istemesi, her şeye rağmen orta bir yol bulması; Iroh Amca’nın Ba Sing Se’ye fatih olarak girmeyi beklerken krala hizmet etmek için girmesi; Zuko’nun onuru ve onurunun utancın zıttı değil kaynağı olduğunu öğrenmesi, Katara’nın elleri kanlı bir generali bağışlayışı; Uzakdoğu kültürlerinin naifliği. Kısacası buradan da karakterlerimize, onların görevlerine, amaçlarına isteklerine geliyoruz.

Karakterler ve Gelişimleri

Zuko insanın içinde kanser gibi büyüyen o yanlış, çevreyi tatmin etme amaçlı onur kavramından kurtuldu, Sokka alttan alttan cinsiyet eşitsizliğini kafasında bitirdi, Toph yardım almanın veya “yumuşak davranmanın” kötü bir şey olmadığını öğrendi mesela, eşzamanlı olarak Aang da ondan sert olmayı öğreniyordu. Dizinin sonunda da iç huzuru bulmuş ve elementlerde dengeyi, hayır, tüm dünyada dengeyi sağlamış oluyordu. Tüm karakter gelişimleri iyi yönde değil tabii, Azula’nın o kadar aile trajedisi ve gaddarlık içinde büyüyüp paranoyaklaşmaması mümkün müydü?

Sadece tek bölüm için giren karakterler bile derin, amaçları belli ve dengeli karakterler. Ozai’ya yaltaklanıp duran komutanlardan kan bükme ustalarına, korsanlardan hırsız çetelere kadar herkesin görevi belli, hepsi hikâyeye kusursuz hizmet eden bireyler. Bütün karakterler kendi “doğruları” bakımından düşündürüyor, kimisi nefret ettiriyor kimisi üzüyor. Bu bakımdan tüm karakterler etik değerleri temelinde tıpkı gerçek bir dünyada rastlayacağımız gibi, tereddüt ettiriyor, sorgulatıyor.

Aşırı Gerçek, Aşırı Fantastikazula - avatar

Keskin kurallı bir fantastik evren ve uç bir distopya. Ancak aynı zamanda gerçekle uyuşuyor. Ateş Ulusu’na bakıp Japonya, Toprak Krallığı’na bakıp Çin, Hava Keşişlerine bakıp Tibet, Su Kabilelerine bakıp Eskimolar diyebiliyorsunuz. Acımasız orduları, Azula’nın politik hamlelerini, Aang’in çocukluklarını izlerken gerçek hayatta da tam böyle olurdu diye düşünebiliyorsunuz. Yavaş yavaş teknolojik ilerlemeler olduğunu gözlemleyebiliyorsunuz, öyle ki 70 yıl sonra Korra ile birlikte Sanayi Devrimi’nin tamamlanmış olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Yani mükemmel biçimde ayna edebiyatı yapıyor, “Bak,” diyor nazikçe, “bükücü olsun veya olmasın, insanlar birbirlerine neler yapıyor. Karşındaki aksine bak, neleri yanlış yapıyorlar acaba o insanlar?”

Kendi içinde hem olayları hem de karakterleri bu kadar tutarlı ve realist evrenler görmek bugünlerde zor iş, değil mi?

Özellikle biricik Ozai’mızı seslendiren Mark Hamill’in mesela Star Wars’ta babasını ışığa döndürmeye çalışan ama yeğenini uykusunda öldürmeye karar veren iki farklı kişiliğe büründüğü şu günlerde…

Sonuç olarak mutfağında da, sunulduktan sonra da üzerine kafa yorulan özel bir dizi Avatar: Son Hava Bükücü. Avatar Wan’ın ölüm yeri ile Zuko’nun kendi başına yürüyüp geçtiği toprakların aynı savaş olduğunu bile anlatabilir fark ettirmeden, tek kareyle. Tüm bu içerik güzel müzik, güzel oyunculuk (hem orijinal hem de Türkçe) ve canlı animasyonla birleşince ortaya kaliteli hikâye anlatıcılığı nedir, ne değildir gösteren bir eser ortaya çıkıyor. Başka ne benim “Agni Kai soundtrack”i dinleyerek paragraflarca methiye düzmemi sağlayabilirdi ki?

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

4 Comments

  1. Sonunda Avatar, Türkiyede popüler olmaya başlıyor yavaştan. Bunu başaran Avatar Türkiye facebook grubu ekibine teşekkürler.

  2. West side story bro Reply

    Yazı gerçekten harika. tek bir eksiği var benim gözümde, general iroh’un üzerine biraz daha eğilebilirdin.

  3. Ege Topoyan Reply

    Gül gibi yazı, dilin çok akıcı, çok temiz. Üstüne en sevdiğim çizgi film (hatta dizi) eklenince heh heeeyt.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.