Kurgusal taşıtlar, mahşer sonrası dünyalarda bir hayli önem kazanır. Bu taşıtların envanterinde erzaklar, insanlar ve türlü türlü gizli-saklı donanım olabildiği gibi, bunlardan çok daha önemli ve ilk bakışta görülmeyen başka yükler de olabilir. İşte, mahşer sonrası hikâyelerin seyrini değiştiren asıl yükler bunlardır.

Savaş… Savaş asla değişmez ama yollar ve yolcular değişir. 2077’de ilk bombalar düştüğünde de böyle oldu. O ana kadar uygarlığın damarları konumundaki ana yolları dolduran arabalar o yıldan itibaren bir daha yerlerinden hareket etmediler, içlerindeki zavallı yolcuları saklayan metalik mezarlar olarak kaldılar. Nükleer güçle çalışan ve çok sade ama hoş bir tasarıma sahip bu araçların yerini ise mahşer sonrası dünyada yolcuların kendi kasları ve brahmin denilen mutant inek türleri aldı. Ne geçmişteki araçların hızına ne rahatlığına ne de güvenliğine sahip bu yeni yolculuk türü beraberinde zahmet ve acıyı getirse de savaş sonrası yeni toplumların birbirleri ile bağlantı kurup varlıklarını devam ettirmeleri için sahip oldukları tek umut, buydu.

Bu durum, eski dünyanın politik güçlerinin devamı niteliğindeki Enclave denen bir tarafın Vertibird isimli uçan araçlar kullanarak çorak topraklara girmesi ile son buldu. Vertibird‘ler günümüz helikopterlerini andırıyordu ve hem ulaşım aracı olarak hem de savaş mekanizmaları olarak verimli bir iş görüyorlardı. Çorak toprakların yolcularının uğraşları ise göklerde bu araçların belirmesi ile daha da zorlaştı çünkü Enclave, oldukça uç seviyelerde tutucu düşüncelere sahip bir fraksiyondu, radyoaktif topraklarda dolaşan insanlarla olan tek işleri, onları “arındırmak” idi. Enclave, arkasında yüce bir Amerikan ulusu, gelişmiş bir medeniyet ve de umut dolu bir gelecek gibi söylemleri haykırarak girmişti çorak topraklara, eğer işlerine bir yabancı karışmamış olsaydı, kafalarındaki bu ütopik ama hastalıklı geleceği kurmuş olacaklardı.

Enclave’in hep karşısında durmuş bir güç ise Çelik Kardeşliği denen bir gruptu. Enclave çökünce onun donanımlarını ele geçiren Kardeşlik, kendisini insanlığı teknolojinin getirebileceği tehlikelerden korumakla yükümlü hissediyordu. Ellerindeki donanımı ise bu ilke uğruna kullanmaktan çekinmediler. Enclave ile farklı ideolojik taraflarda olmalarına karşın Kardeşlik de en az onlar kadar uç fikirler taşıyordu. Bu yüzden aynı taşıtlar farklı maskeler altında benzer eylemlerde kullanıldı, döngü kırılmadı. Post-apokalips, bir sürü taşıtın çeşitli ideolojiler uğruna kullanıldığına şâhit oldu, her defasında ise aynı bahane kullanılıyordu. Umut dolu bir gelecek, ideal bir düzen, uygarlığın değerleri…

Max Rockatansky’nin içinde yaşadığı mahşer sonrası Avustralyası’nda da benzer sahneler vardı. Bu defa ise bu araçlarla taşınan fikirler, bambaşka bir düzenin elçileriydi. Kaotik bir dünyada var olabilecek imkânsız bir düzenin, kendi kendisini sindirerek ölmeye mahkum bir canlının kaderiydi. Mad Max’in dünyasında taşıtlar ve onların sürücülerindeydi güç ve bu sürücüler dünyayı giderek daha hızlı sürüyorlardı, mutlak sona doğru. Yolların savaş alanı, yolcuların da savaşçı olduğu bu dünyada eğitim, üretim, gelecek gibi kavramlar; artık ölmüş bir dünyaya ait, değersiz antikalardı. Yollar avcılara aitti, yolda kalan ise avlanırdı. Bu avcıların efendilerinin merhametinde kalan bir dünyaydı bu, geleceğe ait yegâne umutlar ise kendi geleceklerini düşünmeyen yalnız yolcuların, sağ kalma mücadelelerinde gizlenmişti.

Yine nükleer bombaların bambaşka bir dünyayı öldürerek doğurduğu bir evren ise Moskova Metrosu’ydu. Bombalardan ve radyasyondan kaçmak için metro duraklarına sığınan bir avuç insan, müthiş bir varoluş mücadelesi veriyor, bu mücadelenin içinde nefes alabilme imkânı bulan birkaç kişi ise ancak düşünebiliyordu uygarlık kavramını. Dünya çeşitli tünellerden ve bu tünellerin birleştiği yerleşimciklerden ibaretti. Sırtlarında yükleri ile birlikte tek tük fikirlerini taşıyan yolcuların kullandıkları taşıtlar, bu defa tünellerde ilerleyen vagoncuklar, el arabaları ve Frankenstein’ın canavarını andıran motorlardı. Ama aslında buradaki asıl önemli taşıtlar tünellerde hareket edenler değildi: İstasyonlarda insanlar bu taşıtların içlerinde doğuyor, büyüyor, yaşıyor, ölüyorlardı. Hiç hareket etmeyen bu taşıtlar, insanların yuvaları ve mezarları hâline gelmişlerdi. Fikirler ve duygular buralarda gelişiyor, taşınıyor, tamamlanıyor ve burada kapana kısılıyorlardı. Çünkü tüm bu trenlerin ve vagonların gidebileceği hiçbir yer yoktu; dış dünya, radyasyon ile dolu, ölü bir dünyaydı.

Yine trenler başrolü alıyordu Vahşi Batı filmlerinde. Bu trenler ve trenlerin üzerinde koşturduğu raylar, Amerikan’ın batısına, uygarlığın kanını taşıyan damarlardı. Demiryolları yapılırken yerleşimler doğuyordu, yeşeriyordu, değişiyordu, evriliyordu… Veya ölüyordu. Trenlerin ve demiryollarının doğurduğu kadar öldürdüğü de pek çok canlı olmuştu. Yerli halklardan önemini kaybeden kasabalara, yerleşik uygarlığın işgal edip yuvalarından kovduğu özgür gezginlere, özgürce koşan görkemli hayvan sürülerine kadar sayısız varlık ya zarar görmüştü ya da tarih sahnesinden silinmişti. Taşıtlar yaşamı, uygarlığı getirdiği kadar ölümü de getiriyordu. Her fikir beraberinde güzel bir geleceği getirmeyebilirdi, bazı fikirler ölüm meleklerinin zihinlerinden çıkabiliyordu.

David Brin’in yazdığı ve daha sonra çok da iyi olmayan bir film uyarlaması yapılmış Postacı’da ise bambaşka taşıtlar vardı. Bu dünyada postacılar, gittikleri yerlerdeki insanların ulaştırmak istediği postaları beraberlerinde taşıyorlardı. Uygarlık denen canlı varlık böylece tamamen soyut bağlarla bir bütünü oluşturuyor ve fiziksel olarak var olmayan kavramlar üzerinden birleşiyordu. Bu noktada yerleşimlerinden çıkamayan insanların yazıya döktükleri duygular ve düşünceler yolculuk yapmış oluyordu, onları taşıyan araçlar ise kan ve cana sahip postacılardı. Ölümün ve yok oluşun hâkim olduğu post-apokalipste, yolların tehlikelerine rağmen yola çıkmayı göze alan postacılar, taşıt rolünü almışlardı. Roller değişmişti.

Yolcular, yolcuları taşıyan taşıtlar ve taşıtları taşıyan yollar işte, böylece uygarlığın sona erdiği diyarlarda, uygarlık fikrini canlı tutan damarlar oldular. İnsanlar bu fikirleri birbirleri ile paylaştılar, bu fikirler bazen bu toplulukları biraz daha birbirine bağlarken bazen de sonlarını getirdi. Bu taşıtlar metalden ve enerjiden oluştuğu gibi, kan ve candan da oluşabiliyordu. Gökyüzünden ilerleyebildiği gibi yerin altında olduğu yerde de durabiliyordu. İnsan hayatını geliştirdiği gibi onu sonlandırabiliyordu da. Uygarlık sonuçta yalnızlıktan doğmuyordu, iyisiyle veya kötüsüyle, çeşitli yollarla birbirine dokunan insanlardan doğuyordu. Bu dokunuşları taşıyan ise yine bu taşıtlardı.

Yazan: Serdar Ersöz

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.