Hiçbir resmi kaynağa dayandırmadan Anathema’yı üç döneme ayırıyorum kafamda. İlk dönem Doom Metal yaptıkları Eternity albümüne kadar olan kısım. İkinci dönem Alternative 4 ve Judgement albümleri. Ve son olarak A Fine Day to Exit ile başlayıp bugünlere uzanan Post Rock ile Progressive Rock’ın harmanı olarak nitelendireceğim o altın dönem!

Ben ilk döneminde yaptıkları Doom Metal’e az biraz uzak olduğumdan çok fazla yorum yapmayacağım. Ama ilk ve ikinci dönem için şunu söylemek mümkün: Her iki dönemde de Anathema’nın basçısı Duncan Patterson’un özellikle öğrenciyken bizi derin melankolilere sürükleyen tınısı grubun geneline hâkim. Elbette Cavanagh Kardeşler’in izi de var albümde ama genelde Anathema’nın intihar edilesi havasını veren adam Patterson. Hatta sonradan kurduğu Antimatter isimli grupta hem bizi gözyaşlarına gark ettirmeye devam ediyor, hem de dinleyiciye “eski grubum Anathema’daki o sevdiğiniz melodileri ben yaptım, bakın burada da yapıyorum” diyor zaten.

Elbette Judgment’ta gruptan ayırlan Patterson’ın etkisi hâlâ devam etmekte. Ancak bunun yanı sıra, tespit edilmesi ve üzerine konuşulması gereken bir etken de var. Cavanagh’lardan Daniel, tıpkı Radiohead‘deki Greenwood’ların Jonny’si gibi kendini ilmik ilmik geliştiriyor, stiline stil, gitarına gitar katan bir müzisyene dönüşüp grubun ufkunu açıyor.

Anathema 2

Buradaki Radiohead benzetmesi öylesine yapılmadı. Grubun gerçekten etkilendiği iki gruptan biri Radiohead, diğeri de Pink Floyd. Anathema özellikle bu iki gruptan etkilendiğini hiç gizlemiyor. Öyle ki o dönem konserlerinde mutlaka bir Radiohead ve bir Pink Floyd coverı yapmadan günü kapatmıyorlar. Üstelik bu gruplardan seçtikleri parçalara bakacak olursak Anathema’nın bu gruplara yaklaşmının fanboy kıvamında olduğunu çok rahat görüyoruz. Türkiye’ye geldikleri konserlerde de bizzat ben bu coverlara şahit oldum. Zaten anımsarsınız, bir ara o kadar sık geliyorlardı ki İstiklal Marşımızdan sonra Comfortably Numb patlatma rahatlığına ermiştik beraber.

Gelelim benim altın diye tasvir ettiğim son döneme. Bu dönemde çıkardıkları albümler naçizane beni büyük ölçüde gruba bağlayan unsurdu. Üzerlerinden eski ve demode gitar tınılarını attılar. Müziğe doğal vs elektronik olarak bakmadan, iyi olanı bünyelerine kattılar. Blues ve Jazz ezgilerini de unutmadılar ve her yönüyle konsept albümler yapmaya başladılar. Flying gibi çok güçlü bir gitar tınısının yanında Are You There? gibi aksak ritimlere yer verdiler. Release gibi elektronik geçişlerden, Temporary Peace gibi akustik dinginliklere uzandılar. Dreaming Light’ın klavyesinden Universal’ın acı yakarışına bulandılar. Untouchable Part II’nin piyanosundan The Lost Song Part II’nin aryasına sıçradılar.

Son olarak yine bu üçüncü döneme dahil ettiğim the Optimist isimli albümü 9 Haziranda çıkardılar. Satır arası bir not: Albümü yine Roger Waters’ın son albümünde de yazdığım gibi sadece dijital sitelerden değil, tüm mecralardan dinlemenin haklı gururu içinde olduğumun altını tavsiyeyle çizmeliyim. Peki kanaatim nedir? Hemen anlatayım.

Anathema

Albümün genel hatlarını yine çok beğendim, baştan onu söylemek gerek. Albümün ilk şarkısının adı San Diego taraflarında bir sahilin koordinatlarını veriyor bize: 32.63n 117.14w.  Bu sahil benim üçüncü dönem olarak adlandırdığım dönemin ilk albümü olan A Fine Day to Exit albümünün o güzel kapağında gözüken sahil olsa gerek. A Fine Day to Exit’daki tüm sorunlarını geride bırakıp, kendini denize atıp huzuru bulan adamın devam hikayesini anlatıyor bu albüm.

Bu arada bir not daha: Her ne kadar albümün sözleri ve hikayesi de derinlemesine analiz edilmeyi hak ediyor da olsa ben bu yazıda genel olarak son albümün müziksel tarafından bahsedeceğim. Zira konsept albümleri tıpkı bir senfoniyi dinler gibi baştan sona tek kalemde dinleme alışkanlığınız yoksa, bu albümden alacağınız tat da azalacaktır. Çünkü adamlar hit şarkı arayışında değiller. Buna rağmen kendini tekrar etmeyen ve yine altyapısını sağlam kurdukları bir dinleti vaat ediyorlar bize.

“Peki albümün hit şarkısı hiç mi yok?” diyen ısrarcıları duyar gibiyim. Var var. Olmaz olur mu! Olmasa radyolar ne çalacaklar, öyle değil mi? Özellikle Endless Way ve Springfield’ın Lee Douglas’ı bizi yine büyülüyor. Burada üçüncü satır arasına girelim. Bakın bu Lee Douglas hanımefendinin adını çok geçirmediğimin farkındayım ama bunun nedeni, kendisinin ayrı bir başlığı hak ediyor oluşu. Anathema’nın yaptığı en iyi şeyin Douglas’ı gruplarına dahil etmesi olduğunun da farkındayım.

Anathema 3

Birader bu albümün hiç mi eksi tarafı yok derseniz de maalesef yok diyemeyeceğim. Can’t Let Go’nun ilk yarısından sonra giren gitarın melankolisi Radiohead’i çağrıştırıyor örneğin, ve o şarkı dahilinde alt yapı kendine hayli bağlıyor sizi. Ancak öte yandan Radiohead benzerliğinin sanki bazı yerlerde suyu çıkmış gibi. Bunun dışında Anathema’nın çok sevdiğim tırmanışlarını -ki buna en baba örnek olarak grup içinden Violence şarkısını, grup dışından da Godspeed You! Black Emperor’un Providence’sini gösterebilirim- birkaç yerde birden harcayarak, beni albümden bir anlığına uzaklaştırıyor olması da gerçekten ‘doldruma’ olarak gördüğüm eksilerinden.

Her ne kadar albümü çok beğendiğimi ifade etsem de bu tür albümlerin değeri benim için yıllandıkça anlaşılır. Hala Anathema’nın Natural Disaster’ını ya da çok da eski olmamasına rağmen Distant Satellites’ını dinlediğim gibi bu albümü de dinlemeye devam edecek miyim bilmiyorum. Şimdiden yalnızca the Optimist’in yıllanmaya çok güçlü bir aday olduğunu söyleyebilirim. Siz nasıl buldunuz?

Author

Amaç; yazmaktır. Amaç; dünyayı değiştireceğine dair bir iki kadeh tokuşturmaktır. Amaç; amacını eninde sonunda aşacaktır. Sırf yazabildiğim için; yazarım. Böyle bir becerim olduğundan değil…

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.