Geçtiğimiz günlerde, deli dürtmüş olacak ki, oturdum tekrar izledim GORA’yı. Senaryosunu abisi Can ile birlikte Cem Yılmaz‘ın yazdığı, yönetmenliğini uzun metraj galasını üç sene önce Vizontele ile yapmış olan Ömer Faruk Sorak‘ın üstlendiği bir film GORA. İlla ki bu satırları okuyan herkes en az bir kez izlemiştir filmi. 2004 yılında vizyona girdiğinde, dönemin gişe rekorlarını perişan etmişti. Takriben bir dört sene kadar tüm arkadaş sohbetlerinde GORA esprileri kullanıldı. Sonra Cem Yılmaz 2007 gösterisini DVD olarak piyasaya sürüp, “Ahçı bahçıvana, bahçıvan şöföre, şöför uşağa; sonra hepsi uşağa” esprilerinin yerini “Ben de koyucam ha!”‘lar alana kadar da o mühür kalkmadı.
Bunu GORA’nın Sorak’ın diğer filmi Vizontele ile birlikte Türkiye sinemasını Altıoklar tipi Avrupai sanat filmlerinden sıyırıp, gişe odaklı komedilere doğru yöneltmesindeki etkisiyle birleştirdiğinizde, GORA’nın çıkışından 11 yıl sonra da öncelikle bir skeçler topluluğu olarak anılması gayet normal. Cem Yılmaz’ın Türkiye insanına dair yaptığı inanılmaz isabetli tespitler, kendisinin yerli ya da yabancı popüler kültüre hakimiyetiyle birleşince ortaya unutulmaz tonlarca espri ve an çıktı elbette. Hangi birini diğerinden ayırıp sayabiliriz ki? “Belki osurmaya programlıdır”, “Ateş, su, toprak, tahta”, “Sen havalandırmayı bir dene”, “Speak English? I live in English” diye gezdik yıllarca…
Ama bu, bana kalırsa, filme gerçekten hakkını vermekten çok uzak kalıyor. Üzerinden 11 yıl geçti. Esprileri, şakaları elbette gönlümüzde ayrı bir yerde, ama bu 11 seneden sonra, dönüp baktığımda, kendimi en çok GORA’nın bilim kurgu özelliklerine hayran olurken buluyorum. Özellikle de bu topraklarda geçen 11 sene içerisinde yanına dahi yaklaşabilen bir işin yapılamadığını düşündüğünüzde.
Denendi mi? Denendi. Maalesef denendi. Dünyayı Kurtaran Adam’ın yurtdışındaki bilinirliğini gurur sebebi saydığımızdan olsa gerek tutup Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu diye bir garabet çektik. Yetmedi, kendisi Arif karakterinden zerre farksız olmayan bir adam Uzay Kuvvetleri 2911 gibi acayip bir iş çıkardı karşımıza. Ulaş Ak yönetmenliğinde, güçlü isimlerden oluşan kadrosuna rağmen kimseyi etkileyemeyen Nekrüt diye bir şey yapıldı. Ve kendileri, GORA’nın bir bilim kurgu filmi olarak övülmesi gerektiğine daha fazla inanmamdan başka bir işe yaramadılar.
GORA’ya dair yöneltilecek eleştirilerin farkındayım. Film, Sorak ve Yılmaz’ın bir sonraki ortaklıkları Yahşi Batı gibi biraz fazla popüler kültür referansına sahip. Berekent Tanrısı Priapos‘u bu kadar da komik bulmaması gerekiyor. Ve evet, film gerçekten de belirli bir mesafeden skeçler topluluğu gibi duruyor. Bunların hepsi –çok küfür ediliyor gibi inanılmaz saçma yorumların aksine- dayanağı olan eleştirileri. Ama GORA’nın asıl kıymetini atlıyorlar.
GORA bir bilim kurgu filmi. GORA Türkiye yapımı bir bilim kurgu filmi. Ve GORA, Türkiye’nin yapabileceği en iyi bilim kurgu filmi. Bunu söylerken, bir sanat eserine Türkiye’yi katmaktan sadece cinli korku filmi çekmek ya da İngilizce şarkıya saz eklemek olmadığının altını çizmek gerek. Kültürel etkiler, bazen türleri de belirlerler. Hindistan yapımı bir bilim kurgu filmi büyük ölçüde müzikal olacaktır örneğin. Rusya yapımı bir bilim kurgu çok daha içe dönük, şahsi ve ağırkanlı olacaktır. Türkiye yapımı olunca da, komedi oluyor işte. Öyle olmalı.
Çünkü bizim en iyi yaptığımız şey bu. Gerçek hayatta, birebir etkileşimlerimizde de öyle. Sosyal hayatımızda en kıymet verdiğimiz şeyin mizah olduğu, komiklik yapmak ile ilgili zilyar tane kelimemizin olmasından belli değil mi zaten? Mavra yapmak, dalga geçmek, makaraya almak, şaka, espri, geyik… İngilizce’de joke, joking around, fun, making fun diyip çıkılan işin içine biz iki milyar kelime sokuşturmuşuz. Bizim dominant sinema biçimimizin de bu olması gayet doğal değil mi?
Bunu GORA gibi, yukarıda saydığım üç örnek de yapıyor. Yalnız arada bir fark var. Diğer üç örnek, bu Türkiye’lilik mefhumunu zorla sokuyorlar denklemin içerisine. Tutup uzaylı komutana kokoreç anlatınca yerel değerlerinizi sanatınıza yansıtmış olmuyorsunuz. GORA’nın yaptığı şey bu değil. Filmin sorduğu soru, sadece “Bizden biri uzaya gitseydi ne olurdu?” diye naratif bir şeyi deşmekle kalmamış çünkü. Sorak ve Yılmaz, net bir şekilde “Bizden biri uzay filmi çekseydi ne olurdu?” diye sormuşlar.
Ve bunun etrafına, inanılmaz profesyonel bir etik oturtmuşlar gerçekten de. Bir kere, oyunculuklar gerçekten şahane. Karakterler karikatür ve inandırıcı olmak arasında ustalıkla gidip geliyorlar. Senaryo akışı, o skeçleri birbirine bağlamanın haricinde ortaya cidden sürükleyici bir gidişat da çıkartıyor. Set ve kostüm tasarımı hiçbir Hollywood tasarımından utanmayacak kadar kaliteli. Ve döneminde zaten hayranlık verici olan efektler, dürüst olmak gerekirse, muadili 11 yaşındaki diğer filmler kadar kötü yaşlanmamışlar kesinlikle.
İşte o soru, bu profesyonel yaklaşımla birleşince gerçekten bu topraklardan çıkabilecek hem en iyi bilim kurgu filmi, hem de en iyi bilim kurgu filmi şekli konulmuş ortaya. Bu konuda kafamda zerre şüphe yok. Bizim sinema olarak belirli eğilimlerimiz, yönelimlerimiz var. Looper tipi daha küçük ölçekli ve şahsi bilim kurgu filmleri de çekebiliriz elbette. Ama bize en doğal gelen, en iyi yapabileceğimiz bilim kurgu şekli, 11 sene önce Sorak ve Yılmaz’ın yaptığı film işte. Akışı elinle bölüp ortaya 10. Yıl Marşı atmadan, sadece kendi en iyi yaptığın şeyi türün gerektirdiği profesyonel yaklaşımla birleştirerek, ortaya gerçekten yerel ve gerçekten başarılı bir bilim kurgu çıkabiliyor. 11 yıl önceden bir örneği var işte elimizde. Ve dürüst olmak gerekirse, bir örneği daha olmayacakmış gibi gözüküyor…