İslam’ın Altın Çağı ya da İslam Rönesansı, 8. yüzyıl’dan 13. yüzyıl’a kadar İslam dünyasının yükselişini ifade eden dönemdir. Bu dönem esnasında, İslam dünyasında mühendisler, bilginler, tüccarlar; sanata, tarıma, ekonomiye, sanayiye, hukuka, edebiyata, gemiciliğe, felsefeye, bilime ve teknolojiye eski adetleri koruyup yenilerini ekleyerek katkıda bulundu.
Bu dönemde Doğu medeniyeti, Batı’ya karşı oldukça büyük bir üstünlük kurmuş, özellikle bilimsel ve teknolojik anlamda birçok gelişme göstermiştir. Doğu’da olan gelişmeler Avrupa’ya Haçlı Seferleri sonucu ulaşmıştır.
Sibernetik kavramı –yazılarımı yazdığım süreçte hiç öyle olmadığını öğrensem de- daha önceki Geek Dosya serisinde çok uzak olduğumu düşünerek üstlendiğim bir kavramdı. Fakat, geri kalmış ülkelerin yasaklı internet ansiklopedisi Wikipedia’yı açıp “sibernetik” kelimesini araştırdığımda karşıma çıkan onca bilimsel açıklama ve tanımlamanın arasında, kulağıma bir yerlerden tanıdık gelen bir isim çalındı. Görünüşe göre sibernetik biliminin pek tanınmayan öz babasına aitti bu isim.
Eğer bu ismi Almanlara sorarsanız “Leibniz!” diye atlayacaklardır hemen. Fransızlar Descartes’i öne sürecektir. İngilizler ise kendilerinden emin biçimde Bacon olduğunu söyleyeceklerdir bu ismin. Hatta aranızda aklından Leonardo Da Vinci’yi geçirenler dahi olmuştur. Ama benim gözüme takılan isim az önce saydıklarımdan hiçbiri değil. Bu isim bana, sibernetik bilimi gerçekten de hayatımla alakasız bir kavram olsaydı bile hala çok da uzağında olamayacağımı fark ettiren isim oldu. Çünkü Wikipedi’da görüp tanıdık bulduğum isim; ülkemizin güney doğusunda, Şırnak’ın Cizre bölgesinde doğmuş, büyümüş, bilim icra etmiş ve ölmüş bir şahsın ismi: Tam hali Ebû’l İz İsmail İbni Rezzar El Cezerî olan, Arapça’ya ve oradan Batı kaynaklarına Al-Jazari olarak geçen; El-Cezeri.
El-Cezeri’nin birçoğunuza hala yabancı geldiğini tahmin ediyorum. Telaşlanmayın, kimse genel kültürünüzü küçümsemiyor. Benim de birkaç hafta öncesine kadar bu ismi duyduğum tek yer, sırf Ben Kingsley oynuyor diye izlediğim 1001 Inventions and The Library of Secrets kısa filmiydi. Zaten isme aşina hissetmem de bu yüzden. Bu kısa film tam da benim tahminimin sebebini açıklayan bir hikayeye sahip aslında: Filmde, öğretmenlerinden Karanlık Çağlar’ı araştırması için ödevlendrilen Britanyalı 3 çocuk görevlerini küçümseyerek Ben Kingsley’nin canlandırdığı kütüphane görevlisine bu dönem hakkında kaynak soruyorlar. Öğrencilerin Karanlık Çağlar diye sorduğu dönemin sadece Avrupa için karanlık olduğunu söyleyen kütüphane görevlisi, çocuklar tarafından umursanmayınca, çocuklara 1001 Inventions adlı büyülü bir kitabı gösteriyor ve gerçek kimliği El-Cezeri’ye bürünüp kitabın illüzyonları eşliğinde Avrupa’da karanlığın yaşandığı çağın İslam alimleri sayesinde Doğu’da Altın Çağ olarak anıldığını anlatıyor.
Film kısaca şunu demeye çalışıyor: Sırf baskın kaynaklar haber vermeye tenezzül etmiyor diye modern bilimin temelini atan Doğu biliminden ve bilim insanlarından bihabersiniz. Bihaberiz. Ben Kingsley suretindeki El-Cezeri’nin uyarısına dikkat veren bu yazının amacı da bu bilimin mucidi El-Cezeri’ye Geekyapar! sayfalarında yer vermek ve bu bihaberliğin giderilmesi için bir kıvılcım çakmak.
El-Cezeri 12. yüzyılda, Artuklular’ın Diyarbakır ve çevresine hakim olduğu dönemde, Cizre’de doğmuş bir bilim insanıydı. Babasından öğrendiği mesleği sürdürerek başkent Diyarbakır’da Artuklu Beyi El-salih Nasuriddin Eb’ül Feth Mahmut İbn-i Mahmet İbn-i Karaaslan‘a baş mühendis sıfatıyla hizmet ediyor; eserlerini önce çalışmalarını takdirle karşılayan ve destekleyen Bey’in huzuruna sunuyordu. El-Cezeri eserlerinin nitelikleri ve estetikleri sayesinde mucit, sanatkar ve zanaatkar sıfatlarını aynı anda taşıyabilen bir bilim insanıydı. Bu yönüyle Leonardo Da Vinci‘ye oldukça benzetilir ve ondan bir buçuk asır önce yaşamasından dolayı Da Vinci’nin öncülü kabul edilebilir. Hatta bu benzerlik bazı tarihçilerce öyle dikkat çekmiştir ki Da Vinci ve El-Cezeri arasında hala sonuçsuz olan bir akrabalık bağı araştırmasına girişilmiştir.
Da Vinci her ne kadar El-Cezeri’den sonra gelen bilim insanlarından olsa da boynuz kulağı geçememiştir. Çünkü Dünya, El-Cezeri’nin ilminden uzun yüzyıllarca bihaber yaşamıştır. Hakkındaki bütün bilgileri de aldığımız kitabı Kitabu’l Hiyel’e göre El-Cezeri, kendinden önceki Yunan bilim insanlarının hayal ettiği ancak pratiğe geçiremediği icatları pratikte uygulayabilmiş, kendinden sonra gelen Avrupalı bilim insanlarının çok geç keşfettiği ya da Sanayi Devrimi’ne kadar Avrupa’da keşfedilemeyen mekanik icatlarda bulunmuştur. Kitapta yer alan icatlara bakılırsa Anadolu’nun doğusunda bir Türk beyliği himayesinde çalışan El-Cezeri daha sonra gölgede kalacağını tahmin etmeden sibernetik biliminin, robotiğin, yüksek mühendisliğin temellerini atmış, hatta bu temelin üzerine birkaç sağlam kat çıkmıştır.
Yüzyıllarca gölgede kalmış ve tarihin popüler anlatımının dışında bırakılmış olsa da günümüzde; toplamda 50 icadını, prensiplerini, 25 yılı bilime adanmış hayatına dair bazı notlarını yazdığı Kitabu’l Hiyel sayesinde Cizreli Ebu’l İz’in bilim tarihindeki değerini görebiliyoruz. “Bir gün Sultan’ın huzurundaydım. Yapmamı emrettiği şeyi sunuyordum… Aklımdan geçeni anladı… Bana, ‘Eşsiz araçlar yapmış, onları işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.’ dedi. Onun önerilerine kulak verdim… Gerekli çalışmayı yapmak üzere gücümü topladım ve bu kitabı kaleme aldım.” sözleriyle yazmaya nasıl başladığını anlattığı kitabını El-Cezeri, dönemin resmi dili Arapça ile yazmıştır. Kitabın tam adı El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ’ati’l Hiyel‘dir ve Türkçe’ye Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap olarak çevrilebilir.
Kitapta yer alan 50 icadın altısı su saati, altısı mekanik ibrik, altısı fıskiye, beşi suyu yukarı taşıyan araç, dördü mum saati, dördü kan ölçme ve alma aleti, dördü eğlence ya da uyarı amaçlı ses çıkaran araçlar, üçü abdest almayı kolaylaştıran otomatalar, ikisi kompleks kilit, biri açı ölçer, biri kayık saati, biri de Amid şehri için tasarlanmış kapıdır. Kitapta yedi adet de eğlence amaçlı kullanılan otomatanın detaylı anlatımına yer verilmiştir. El-Cezeri, bu anlatımlarda yine ilk kullananı kendi olduğu bazı kompleks dişlilere, kam ve krank millerine ve daha başka mekanik parçalara da yer vermiştir. Fakat bu küçük parçalar gözünde sadece icadın bütününe giden araçlar olduğundan bunlardan ayrı başlıklarda bahsetme ihtiyacı bile duymamıştır.
El-Cezeri’ye göre, tatbikata çevrilmeyen her ilim doğru ile yanlış arasında kalacağından, kitabında yer verdiği her icadı pratikte de uygulamıştır. İcatların önce maketleri çıkarılır, sonra işleyen bir hali inşa edilip defalarca test edilir ve en son Kitabu’l Hiyel’e işlenir. Kitaptan anlaşıldığı üzere El-Cezeri’nin en büyük marifeti; elektriğin olmadığı bir dönemde, daha Avrupa mekanik hakkında hiçbir şey bilmezken su gücü ve yer çekiminden faydalanarak işleyen ilk robotiklerin ve hidromekaniklerin mucidi olmasıdır. Onu sibernetik biliminin öz babası yapan da budur. İcatlarında, Avrupa’da ancak Sanayi Devrimi döneminde etkin kullanılabilen geri beslemenin etkin kullanımı ise kucağına ikinci çocuğunu, yüksek mühendisliği vermiştir.
El-Cezeri’nin icatları arasında günümüzde en bilineni yine Kitabu’l Hiyel’de detaylarıyla açıklanmış ve Alman profesör Widemann tarafından tekrar yapılıp işlerliği test edilmiş Filli Su Saati‘dir. Aşağıdaki görselden bu su saatinin işleyiş prensibini öğrenebilirsiniz. Görselde de göreceğiniz gibi El-Cezeri’nin icatları aynı zamanda estetik bir zevke de sahipti. İcatlarının nasıl göründüğünü umursamasını sağlayan; estetiğe son derece önem veren Selçuklu kültürü ile İran kültürünün kesiştiği bir coğrafyada yaşamasıydı. Eserlerinin estetik duruşunu hazırlarken farklı coğrafyalar ve tarihlerden esinlendiğini yine Filli Su Saati’nin Mısır zümrüdüankası, Hint fili, Çin ejderi, Arap kıyafetleri içindeki insanlar gibi figürleri beraber taşımasından da anlayabiliriz.
Elbette içinde sanata dair bir yetenek olmasaydı eserlerini bütün sarayı hayrete düşürecek güzellikte yapamaz, saz çaldırdığı otomatalarına doğru notaları bastıramazdı. Bütün icatları aynı Filli Su Saati gibi figürlerle bezenmişti. Kesinliği kanıtlanamayan ama Kitabu’l Hiyel’deki örneklerle yüksek bir ihtimale yükselen iddialara göre İçkale Saray’da El-Cezeri tarafından yapılmış: hükümdara ve konuklarına içeçek sunan kadın görünümlü robotlar; saz, tef, zil gibi çalgılar çalan insan görünümlü robotlar; salonlarda gezen tavuskuşu görünümlü robotlar; sarayın havuzunda gezinen kayık görünümlü robotlar gibi hayale sığmaz teknolojide ve estetik güzelikte icatlar bulunuyordu. Robot diye nitelendirdiğimiz; su gücü, su devinimi ve yer çekimi etkisiyle çalışan bu icatlar zamanında Yunanlıların adlandırdığı gibi otomata ismiyle anılıyordu. Sanıyorum bu örnekler El-Cezeri’nin neden robotiğin de babası olduğunu açıklayan örneklerdir.
Dikkat ederseniz; çağı “altın” yapan bilim insanlarından El-Cezeri ve eserleri hakkındaki kayda değer bilgileri aldığımız yegane kaynak Kitabu’l Hiyel. Bu durumda bu kitabın akıbetinden de bir söz etmeden geçmek olmaz: Kitabu’l Hiyel’in orijinal cildi ne yazık ki kayıp. Ancak El-Cezeri tarafından yazılmış, birebir kopya olan 15 cilt şu an dünyanın farklı yerlerinde korunuyor. Bu kopyalardan 10 adeti Avrupa’nın farklı müze ve kütüphanelerinde, 5 adeti Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde muhafaza ediliyor. Anadolu topraklarında yazılmış bu kitabın kopyalarının çoğunluğunun elimizde olmaması bir yana dursun, elimizdeki kopyalardan da birinin 66 sayfası kopyanın değeri henüz anlaşılmayıp korunmaya alınmadan önce Avrupalı araştırmacılar tarafından çalınmış.
Zaten bizim elimizdeki kopyaların değerini anlamamızı sağlayan da yine bu Avrupalı araştırmacılar. Kitabın değerli olduğunun anlaşılmasından sonra, ülke olarak yüksek bir kültürel bilince sahip olduğumuzdan, elimizdeki beş kopyayı da derhal kütüphanelerin çok ehemmiyetli bölümlerine taşımışız. Bu sırada Avrupa’daki tarihçiler ve bilim insanlarıysa El-Cezeri’yi ve kitabını her detayıyla araştırmış, çıkarılması gereken dersleri çıkarmış, El-Cezeri’nin ilmini mühendislik müfredatlarına işlemiş, otomataları baştan inşa edip uğruna fuarlar düzenlemiş ve kopyaları bulundukları ülkedeki en korunaklı kütüphanelere göndermiş. Anlayacağınız, mevzubahis bilim insanının doğduğu topraklara hakim Türkiye de(!) aynı bilim insanının hiç ayak basmadığı Avrupa ülkeleri de; El-Cezeri’nin yıllarca fark edilmeyen ilmi tamamen tarih olmasın diye, ellerinden gelen en büyük önlemleri almış.
Hal böyle olunca; suçlamaktan dev haz aldığımız ama engellemek için kılımızı kıpardatmadığımız Anglo-Sakson baskılı popüler Dünya tarihinin, aynı Hint ilmine ve sanatına da yaptığı gibi, El-Cezeri’nin bütün değerlerini sömürüp sonra onu (ve bu yazıda bahsetmediğimiz onlarca Anadolulu sanat ve bilim insanını) tarih kitaplarının güneş görmeyen yerlerine koyması hiç de zor olmamış. Sonrasında ne yazık ki biz, kendi değerimiz olan bir insanı ancak daha fazlasını anlatmaya cüret ve zahmet eden yabancı kişilerden öğrenecek kadar aciz bir duruma gelmişiz. Ve inanın, az önce etkilenerek okuduğunuzu düşündüğüm bilgiler gibi daha birçok bilgi aynı kaderi paylaşmaya her dakika devam ediyor ve geçen her dakika bizler biraz daha acizleşiyoruz.
Acizliği ortadan kaldıracak adımlar atmak varken aksi gibi bu adımları atmaya çalışan istisnaları, üzerinde önyargı, cehalet, kötü niyet, üşengeçlik gibi şeyler yazan baltalarla baltalıyoruz: Mühendislerin uçağını düşürüyoruz, araştırmacıların evinin önüne bomba bırakıyoruz, sanatçıları sürgün ediyoruz. Hiçbirini yapamadık mı? Bunlardan biri olmaya hevesli gençlerden vereceğimiz değeri, toplumdaki yerlerini, kazanacakları özgüvenleri esirgiyoruz. Halbuki hiç zor değil nefret ettiklerimizin, nefret edilmesi gerektiğini sandıklarımızın Avrupa’nın ya da kendimizi yabancı hissettiğimiz başka kimselerin özellikleri olmadığını görmek. Şöyle bir omzumuzun üzerinden baksak Anadolu topraklarına, şimdi Batı’dan esmekte olan rüzgarların ilk havalandığı yerlerden birinin bu topraklar olduğunu görebiliriz. İşte o zaman bilimin de sanatın da bizim kutsallarımızdan olduğunu kabul etmek epey kolaylaşır.
Yalnız şimdi bu yoğun günlerde, işimiz başımızdan aşkınken kim kıçını kaldıracak da bilim, tarih, farkındalık gibi falan feşmekanla uğraşacak. Yani bir sürü zahmet. Onun yerine şöyle soğuk bir içecek koyup kafamızı mı dinlesek? Hoşaf mesela, hoşaf mı içsek? Nasıl olsun peki? Organik?