Foxcatcher garip bir film.
Bunu daha farklı nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Garip bir film işte. Senaryo strüktüründen çekim tarzına, konusundan hikayesine kadar bu senenin diğer Oscar adaylarının hiçbirine benzemiyor. Hatta tarz itibariyle yönetmenin diğer filmlerinden de ciddi bir farklılığı var. Belki bir adım öteye de götürmek gerek; ülkesinin sinemasında sık sık kendine yer bulan dominant trendin de üyelerinden çok değişik Foxcatcher. Dedim ya, garip film işte.
Bu filmi beğenip beğenmeyeceğiniz, çoğunlukla sizin şahsi zevkinize kalmış bir şey olacak. Burada sadece “önceliğiniz senaryoysa, burada üzüleceksiniz” gibi bir damak zevkinden bahsetmiyorum. Foxcatcher, alışık olduğumuz –ve ülkemizde de kopyalanan– standart Amerikan sinemasının kilometrelerce uzağında kalan bir iş. Dediğim şeyi yanlış anlamayın, “blockbuster” kültürü değil standart Amerikan sinemasıyla kastım. Patlamalar ve aksiyondan söz etmiyorum. Hislerin daha çok kelimelerle ifade edildiği, ikinci perdeye doğru yükselip, üçüncü perdede mutlaka çözümlenen, kıssadan hissesiyle birlikte gelen ve nabzı karakterlerin aşmaları gereken şahsi engeller üzerinden tutan bir ekole aittir Amerikan sineması.
Foxcatcher? Foxcatcher ise tepeden tırnağa bir Avrupa filmi.
Filmi beraber izlediğim –ve Avrupa sinemasına benden çok daha hakim olan– kız arkadaşımla, filmin burada açık etmeyeceğim büyük sürprizini konuşuyorduk dönüş yolunda. Ben takriben bitişe on dakika kala gelen dev şokun benim için şahsi sinema tarihimin en büyük dumurlarımdan biri olduğundan bahsederken kız şaşırdı. “Bu film öyle dingin gidiyordu ki, sonunda öyle bir şey olacağı belliydi.” dedi, “Böyle filmlerde hep olur. Perde arasında kimin başına geleceğini merak edip Wikipedia’ya bakmayı bile düşündüm.”
Onun “böyle” filmler dediği, ağırlıkla Fransız ekolünün kanatlarında gelişmiş olan eserler elbette ki, bu da Foxcatcher’ın yönetmenine Cannes’da ödül kazandırmış olmasını net bir şekilde açıklıyor. Aynı zamanda bugüne kadar düzenlenen pek çok Amerikan festivalinden eli boş dönmesinin de açıklaması bu. Foxcatcher İngilizce’de “acquired taste” denilen, elde edilmiş, kazanılmış zevklere hitap eden bir şey.
Foxcatcher bir kitap gibi. Bir kitabı okumanız için bir emek sarf etmeniz gerekir. Kitap sizi yakaladıktan sonra elinize alıp sayfalara gömülmesi kolaydır, ama gözlerinizle kelimeleri takip etmek ve imgeleri yakalamaya çalışmak bir zihin egzersizidir. Foxcatcher da bunu çok yapıyor. Film uzun uzun sessizlikleri barındırıyor içerisinde. Miller’ın sıradışı kurgusu sayesinde pek çok defa konuşan kişiyi değil, dinleyen kişiyi görüyorsunuz. Çok, çok uzun bir süre filmde konu namına hiçbir şey olmuyor. Miller adımlarını yavaş yavaş atıyor, izleyiciyi ufak ufak sindiriyor.
Filmin subtlety denilen, incelik olarak çevirebileceğimiz kayıp sanat konusunda muadillerine öğretebileceği çok şey var. Karakterlerini kör göze parmak anlatmayı tercih etmemiş Miller. Bu konuda da oyuncularının yazılı nüansları yansıtabileceği konusunda çok fazla risk almış. Ona ne mutlu ki bu risk karşılıksız kalmamış kesinlikle. Steve Carell, ekranda gözüktüğü her saniyede sizi –bakın ürkütmeyi değil, korkutmayı değil, rahatsız edici olmayı da değil ama– huzursuz etmeyi başarıyor. Koltuğunuzda kıvranırken buluyorsunuz kendinizi ve bir türlü sebebini açıklayamıyorsunuz. Mark Ruffalo o kadar sıcak bir performans sergiliyor ki, ekranda olmadığı her saniye onu tekrar görmek istiyorsunuz. Genç Channing Tatum da bu iki devin altında ezilmiyor. Mark Schultz’un sessiz yoğunluğunu ve psikolojik muharebesini abartısız ve şaşaasız bir ustalıkla oynuyor.
Film bu üç oyuncu üzerinden incelikle verdiği şeyleri sonunda büyük bir patlamayla birbirine bağlıyor. Bu filmden tatmin olmuş bir şekilde ayrılmanız mümkün değil; zira film çözümleme falan yapmıyor. Kimse gün batımına doğru at sürmüyor, kimse kahramanca bir fedakarlıkla gönül patlatmıyor. Film tokadını vuruyor, sebebini düşünmesini size bırakıyor. Zaten Foxcatcher’ı edinilmiş bir zevk olarak sınıflandıran şey de bu. Film sizin için debelenmiyor, izleyicinin işini kolaylaştırmak gibi bir niyeti de yok. Bu yolculuğa varsanız, benim elim burada diyor, ama o eli size ekrandan çıkıp uzatmıyor.
Eğer bununla okeyseniz, Avrupa ekolüne kendinizi daha yakın hissediyorsanız, ya da en azından benim bu filme çok benzettiğim Drive‘ı sevdiyseniz; Foxcatcher sizi bu sene en fazla etkileyecek filmlerden biri olacak. Yok benim gibi senaryonun sizi fişteklemesi, kıçınızın altında ateş yakması, meramını güzel kelimelerle anlatması ve yağ gibi akıp gitmesi önceliğinizse, Foxcatcher’ın takriben yetmiş dakikasını sıkılarak geçireceksiniz. Seçim sizin.
6 Comments
drivedan ilk paragrafta bahsetseydin hepsini okumak zorunda olmazdım 😀 izlemeye gidicem ilk fırsatta
aga kandırdın beni drive la alakası yok filmin 😀 assasination of jesse james deseymişin daha dogru olurmuş. ha güzel film, izletti kendini o ayrı
Bennett Miller hakikaten de kendini aşmış bu filmle. Capote ve Moneyball’ın pek hayranı sayılmam, o sebeple aman aman bir beklentim yoktu, ama ne mutlu ki Miller beni feci bir şekilde yanıltmayı başardı. Dikkat ettim de filmdeki her sahne, ana üç karakterin birbirleriyle olan ilişkilerini daha inandırıcı kılmak adına hazırlanmış. Bu ilişkiler de bazı tümevarımsal analizler yapmaya pek müsait gibi geldi bana. Özellikle finalde yankılanan U.S.A. tezahüratları, benim gibi düz bir izleyiciyi bile Miller’ın alt metinde bir şeyler haykırmaya çalıştığına ikna etti. Her neyse, bu meseleyi bir kenara bıraktığımızda bile çok değerli bir film var elimizde. Ana üç karakterin ilişkisi yüzeysel boyutta bile harika bir etkileyiciliğe sahip. Oscar adaylıklarının tartışmaya açılabileceğini düşünsem de oyunculuklar kesinlikle üst düzey. Bazı açılardan benzetebileceğimiz Avrupa yapımlarının aksine sekanslarda inanılmaz bir denge söz konusu, bu da izlenebilirliği büyük ölçüde arttırıyor. Kısacası Foxcatcher yılın en iyilerinden biri bana kalırsa.
Başından demiştim sonunda birşey olacak diye ama hiç de tahmin edememiştim, bildiğin yüzüme tokat yemiş gibi oldum 😀
Keşke filmlere puan verseniz.Çünkü bazı kişiler Yazıyı okumaktan üşeniyor.Eleştiri sonunda senaryo oyunculuk değer gibi şeylerden puan verseniz iyi olur.Filme puan=8.0
Seneryo ve oyunculuklar bakımından oscara adaylığını hakediyor.
Seneryo=9.0
Oyunculuk=9.2
Müzik=8.0
Yönetmenlik=8.0
Değer=8.0
Beklenti verebilme=8.0
Puan=8.3