Halihazırda Oscar adayı olmuşken ben de biraz Mustang üzerine çiziktireyim istedim. Türkiye’nin filmi sahiplenmemesi ya da Fransa’dan aday gösterilmesi gibi konular, başka türlü tartışmalardır. Etliye sütlüye bulaşmayayım diye değil ancak altında farklı farklı sebepler olabileceğinden ve bunları bilmediğimden atıp tutmak istemediğimden bunlara girmeyeceğim. Deniz Gamze Ergüven‘in Fransız yapımcılardan destek almış olması, Kültür Bakanlığından destek almamış olması sebebiyle veya filmin Türkiye’yi temsil etmediği gerekçesiyle aday olarak gösterilmemiş olabilir. Her şeyi geçelim iyi bir film olduğunu düşünmedikleri için bile Türkiye’den aday göstermemiş olabilirler. O yüzden bu konulara girmeden filmin bizzat kendisi üzerine birkaç şey yazacağım.

Resimden sonra spoiler içerir.

mustang
Kurmaca bir filmin güzelliği bana göre şurdadır: anlatılan hikayenin uydurma olmasının, gerçeklerle bağdaşıp bağdaşmamasının yönetmen açısından hiçbir önemi yoktur. Bir filmin sinema dili anlattığı şeyin gerçekliğiyle veya sahteliğiyle ölçülmez. Bir belgesel çekmediğiniz sürece, “based on true story” diye bas bas bağırsanız bile istediğiniz gerçeği çarpıtabilir, istediğinizi çıkarabilirsiniz. Kurgu bir filmin çıktığı ülkenin sosyal gerçeklerini yüzde yüz doğru anlatmak gibi bir mecburiyet yoktur. Yapılan film, “gerçekleri yansıtmıyor” diye eleştirilebilir ama bu, filmin sinema dilinden bir şey götürmez. Bir filmden sinemasal bir tat almak istiyorsanız sormanız gereken başka başka sorular vardır. Mesela film bana sunduğu dünyayı tutarlı bir şekilde yansıtabiliyor mu? Kendi içinde çelişmeden derdini anlatabiliyor mu? En önemlisi de bana sunduğu dünyanın gerçek olduğuna beni inandırabiliyor mu? Yani bir bilim-kurgu filmi, sizi gerçekten zaman yolculuğu diye bir şeyin olduğuna inandırabiliyorsa konu kapanmıştır. Gerçekte zaman yolculuğu yapılamıyor oluşunun sinema açısından bir önemi yoktur.

Bunları anlatıyorum çünkü filmin eleştirilmesi gerektiğini düşünmekle birlikte çok yanlış noktalardan eleştirildiğini düşünüyorum. Meseleyi bu bakış açısıyla ele aldığınızda Mustang‘i “Türkiye gerçeklerini yansıtmıyor” diye eleştirmek de acımacızca olur. Hikayenin Doğu Karadeniz’de geçiyor olması da bir önem arz etmez. Filmin sinemasal değerini “benim ülkemin gerçeklerini anlatmıyor” diyerek ölçemeyiz. Nasıl ki Onur Ünlü’nün Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini “ama Manisa’da süper güçleri olan köylüler yok” diye eleştiremiyorsak, Deniz Ergüven’in “masalsı bir hikaye anlatmak istedim” diyerek açıkladığı bu karşımızdaki dünyaya da farklı muamele yapamayız. Kaldı ki hanginiz, bırakın Anadolu’yu İstanbul’un göbeğinde kız çocuklarının tecavüze uğramadığını, çocuk yaşta evlendirilmediğini, aile içinde şiddet, baskı ve taciz görmediğini, bekaret testi için elinden tutulup hastaneye götürülmediğini, yaşadıkları travmalar ve gördükleri istismar sebebiyle intihara kalkışmadıklarını savunabilir? O halde Türkiye gerçeklerini yansıtmıyor eleştirisini bir kenara bırakıp en başta sorduğum soruya dönebilirim: Mustang, sunmaya çalıştığı dünyayı tutarlı bir şekilde size yansıtabiliyor mu? İşte bu maalesef koca bir hayır.

maxresdefault
Mekan Trabzon ama hadi biz mekandan soyutlayarak inceleyelim filmi dediğim gibi. 5 kız kardeş var. Anne babalarının ölümünün ardından amcaları ve babaanneleriyle yaşamaya başlamışlar. Biz filmi izlemeye başladığımızda yaklaşık olarak zaten 10 senedir onlarla birlikte burada yaşıyor olduklarını öğreniyoruz. Yani olay yeni gerçekleşmiyor. Kızlar burada büyümüşler. Bizim toplumu geçin, herhangi bir muhafazakar toplumda, muhafazakar bir ailede kız çocukları ergenliğe kadar “normal” yetiştirilip sonrasında bir anda kapatılmazlar. Küçüklükten itibaren o baskı yavaş yavaş verilir, yavaş yavaş seslerini kesmeleri sağlanır. Bu kızlar şehirden gelip bu köyün ortasına düşmüş değiller. 10 senedir burada büyüyerek bulundukların yerin gelenek görenekleri ve baskılarından kopuk yetişmeleri daha başından anlamsız bir durum. Hiçbir şey olmasa bile babaanne ve amcanın neye kızıp neye kızmayacağını üç aşağı beş yukarı kestirebiliyor olmaları lazım. Hadi kızlar yönetmenin de anlatmak istediği gibi ‘asi’ diyelim ama bunu da deyip kenara geçemiyoruz.

Filmin en büyük problemi bir önceki sahnede yaşanan bir şeyin filmin geri kalanında hiçbir karakter üzerinde bir etki bırakmıyor oluşu. Yani bir dizi olayı arka arkaya dizmekle kurgu yapmış olmuyorsunuz ne yazık ki. Hikayede bir devamlılık, karakterlerde bir gelişme veya yaşadıklarından etkilenme görebildiğimizi söylemek çok zor. Bunlara dikkat etmek için illa sinema okumak da gerekmez. Deniz Gamze Ergüven ve diğer senarist Alice Winocour, iyi bir sinema izleyicisi olsalardı zaten bu kadarını akıl edebilirlerdi. Eğer bir önceki sahnede karakterin yaşadığı bir travmanın filmin sonraki sahnelerinde üzerinde bıraktığı psikolojik etkiyi göremezsek karakterlerle de empati kuramayız. Kızlar eve hapsedilmelerine, zorla evlendirilmelerine, baskı altında kalmalarına rağmen film boyunca doğru düzgün değişmiyorlar ve gelişmiyorlar. Tüm bunların arasında bir yerde aynı ev içinde bir de amca figürü var ki, onu nereye oturtmalıyız hiç bilemiyorum. Yalnızca bir sahnede bu adamın kızlardan birini taciz ettiğine (tecavüz de olabilir, zira pek net değil) şahit oluyoruz fakat bu kızlara hiçbir şekilde yansımıyor. Ya bunun farkında değiller ya umursamıyorlar ya da basitçe Deniz Gamze Ergüven‘in aklına bunu irdeleyecek şeyler serpiştirmek gelmiyor. Mesela aniden kendini öldüren kıza hiçbir yatırım yapılmıyor onun öncesinde. Kız canına kıyıyor ve kardeşlerinin doğru düzgün üzüldüklerini bile göremiyoruz. Sahneler arası geçişler o kadar hızlı ki ve birbirleriyle o kadar bağları yok ki izlediğimiz şeyi sindirmek için bile vaktimiz olmuyor. Her şey alelacele, her şey bir keşmekeş içinde. Küçük kız haricinde oyunculuklar da dökülünce film neresinden tutsanız elinizde kalıyor maalesef.

Mustang_3-0-2000-0-1125-crop
Bir filmin kendine has bir sinema dili vardır. Sen istersen filmini İngilizce, istersen Fransızca, istersen Ugandaca çek, sinema dili evrenseldir. Aksi takdirde, hadi hepimizin İngilizce bildiğini varsayalım, ne Avrupa Sineması’ndan ne Uzak Doğu Sineması’ndan bir şey anlayamazdık. Mustang’in en büyük eksiklerinden biri bu dili oluşturmaktan çok uzak olması. İlk filmini çeken bir yönetmenin bu dili oluşturmasını kimse hemen beklemiyor ancak yurtdışında aldığı övgüler, topladığı ödüller varken ve kimse çıkıp “Üzgünüz bu filmin pek olmamış ama umut vaat ediyor. Belki bir dahaki sefere şunlara dikkat edersin.” dememesi bence yönetmenin ileride çekeceği filmleri açısından çok büyük bir dezavantaj. Şimdi Oscar, Altın Küre gibi ödülleri dağıtan insanları gözümüzde canlandıralım. Bu insanlar Hollywood’un meslek birliklerinden oluşan insanlar. İçinde aktöründen yapımcısına, görüntü yönetmeninden senaristine kadar sinema ile haşır neşir olan, sinema kültürüne sahip, bundan da öte teknik bilgilere sahip bir güruh düşünün. Hal böyleyken bir Allahın kulunun çıkıp da “Yahu bu filmin çekimleri çok kötü. Kurgu rezalet, görüntü yönetimi yerlerde sürünüyor, senaryo yok, dramatik yapıyı iyi kuramamış” demediğine gerçekten inanamıyorum. Ben sinema eğitimi almamış, sadece fazla film izlemiş sıradan bir seyirci olarak sanat ve görüntü yönetiminde, kurguda ciddi problemler görebiliyorsam işin ehli olan insanlar nasıl bu filme bakıp bu problemleri göremiyorlar? Bakın filmin dilini anlasın anlamasın, bir sinemacının bu filme teknik anlamda “ok” vermiş olması bile başlı başına bir problem.

Bunca senedir Oscar’dır Altın Küre’dir takip eden biri olarak şunu söyleyebilirim, zaman zaman hikayenin kendisi filmin önüne geçiyor. Anlattığı şey etkileyiciyse nasıl anlattığı, tekniğinin iyi olup olmamasının bir önemi kalmıyor. Yine bu senenin adaylarından Spotlight, Boston’da bir gazetenin kiliselerdeki din adamlarının çocuklara yaptığı taciz vakalarının izini sürerek kilisenin ipliğini pazara çıkarmasını anlatıyor. Gerçek bir hikayeden neredeyse birebir uyarlanmış ve parmak bastığı konuyu da gündeme taşımasından son derece memnunum. Kalite açısından kıyaslamıyorum zira Spotlight, eli yüzü düzgün bir film ancak yönetmen Tom McCarthy, neredeyse filmi bir belgesel gibi dümdüz çekiyor. Bir kurgu filme ait dramatizasyonu azıcık bile olsa göremiyoruz. Film hiçbir yerde yükselmiyor neredeyse. Halbuki konu da buna müsait. Mustang de benzeri bir durumun ekmeğini yiyerek bu kadar sevildi gibi geliyor bana. Türkiye’deki ataerkil düzene, kadın olmanın, hele hele Türkiye’de kadın olmanın getirdiklerine ve götürdüklerine, yaşadıkları problemlere, gördükleri şiddet ve baskıya dair bir şeyler söyleme çabası takdir edilmiş sanki. Bunlar düzgün ifade edilmiş mi edilmemiş mi pek de umurlarında değil.

mustang-cannes-film-festival
The Virgin Suicides konusuna ise hiç girmeden yazıyı sonlandırıyorum. Bir yönetmenin kendisine bu güzeller güzeli Sofia Coppola filmini ilham olarak görmüş olması benim için gayet olumlu bir durum. Benim eleştirim tamamen aldığı ilhamı güzel kullanamaması ve yaratmaya çalıştığı dünyaya beni bir an olsun bile inandıramaması üzerine kurulu. Ülkece filmi beğenmediğimiz çok ortada ama yine de yanlış sepeblerden eleştirdiğimizi savunuyorum. Umuyorum, Deniz Gamze Ergüven, burada aldığı yapıcı eleştirileri de dikkat alır da yurtdışında topladığı övgülerin/ödüllerin rehavetine kapılıp 2. filminde aynı şeyleri tekrarlamaz ve üstüne bir şeyler inşa ederek daha özgün bir dil oluşturmayı başarabilir. Bu süreçte de karakterlerini yaratmadan önce biraz psikoloji kitaplarını karıştırıp profesyonel bir yardım da alsa hiç fena olmaz diyorum ve son sorumu da sorarak buraya bırakıp ayrılıyorum: Tüm Hollywood’un Mustang‘ten etkilenme sebebi bizzat anlatmaya çalıştığı toplumsal gerçeklerin vuruculuğu mu yoksa karşılarında sinemasal değeri olan bir eser bulduklarına gerçekten inanıyorlar mı?

Author

Bir reklam ajansında esnek saat olarak çalışıyor. Geekyapar yazarı. Hobi olarak spoiler vermeyi seviyor. Dreamer değil. Vizyonsuz. Şu hayatta hep Hufflepuff'liğindan kaybetti.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.