The Rings of Power’ın ikinci sezonunun dördüncü bölümü teşrif etmişken yerimi aldım, dosyamda ikinci seferi nereye düzenlesem diye bakındım. Ve içimdeki hayali adalardan bahsetme aşkını takip ederek rotamı, ikinci çağın velinimeti Númenor’un mızraklarının hedefinde buldum: Valinor’da! J.R.R. Tolkien’in bir hobbit meskeninden bakıp da sevdiği dünyasının en çekirdekteki ve en batıdaki parçacığı, Aman diyarında. Elf ozanlar udlarının tellerine asılmamış, şair diller şarkıların tadını almamışken; geceye okunan masallarda büyücüler asalarından uzakta ve hobbitler henüz pipolarını tüttürmemişken başlar Valinor’un kerameti. Uzak denizin ardındaki bir seraptır ki günlerden eski, zamanın bile paytak adımlı bir bebek olmasından öncesini anlatır Tolkien onun sayesinde.

valinor,

Ve pek sevgili okur, son cümlede kastım sadece Yüzüklerin Efendisi serisi değil. Malumun ilanı; dünya mitolojileri hakkında çok bilen, çok düşünen profesörün analizlerinden doğan toprak parçası, kaybedilmiş cennet hakkına ve ütopyaların çekiciliğine dayalı. Eğer eski yüzyıldan bir ozan olsaydım şöyle derdim; Valinor deyip geçme bre gafil, cenneti kaybedersin! Númenor’un kibrine düşersen, Aden Bahçesi’nin gülü soldu mu dersin.

Alkışları mentörüm Dedem Korkut’a gönderelim! Muhteşem deyişimin açıkladığı üzere Valinor’u kayıp cennet ve ada mitiyle birlikte ele almak niyetindeyim. İkinci bir yazıya da, coğrafyası ve geri kalan nice güzelliğiyle taşmaz mıyız? Taşarız! Bu kutsal vazife uğruna kendimi sayfalarda kaybetmekten hiç gocunmam. Hazırsak yasak tanımadan, ayıp bilmeden beyaz sahillere ayak basmaya kalkışabiliriz.

Bilindiği üzere ikinci çağın olayı yüzüklerin ortaya çıkışı kadar Númenor’da tütmeye başlayan isyan ateşidir. Bu ateş hepimizin en az bir kez elini uzattığı, tenimizin altında gururumuzu okşayan ateştir. İnsanlığı, cennetten kovulacak kadar ileri götüren ateştir. Kendimizden bir fazlası olma derdimiz, çukurdan zirveye çıkış ve zirveden uçurumlara düşüş döngümüzdür. O, canımız içimizde dikili olduğu sürece yanacak, mahşerî sonlara sebep olurken her sondan da yeni bir yaşamı kaynatacaktır.

Tıpkı Númenor’dan sonra Gondor’un kurulması gibi, tıpkı cennetten düşüşün ardından dünyayı keşfedişimiz gibi… Geride kalan değerlere, yitirdiklerimize atfederiz genelde yeryüzüne mahkum oluşumuzun öyküsünü. Ama ileriye varış isteğimizi de yansıtır aynı zamanda bu öykü; yoksa Fëanor’un dediği gibi şarkılara konu olma fırsatını nasıl elde ederdik? İronik bir şekilde Valinor, bu daimi hedefin Tolkience adıdır işte. Valinor, çitli bir cennet bahçesidir!

Neden bir bahçe ve neden çit sorularını duyar gibiyim. Cevaplar aklımda ama önce şunu bir netleştirelim mi?: Cennet, ütopyanın kökeni. İdeal bir toplum düzeninin, kusursuz bir mutlulukla olgunlaştığı mekanın bu şekilde tanımlanmasında sorun yoktur sanırım. Aynı şekilde mitlerde bahsedilen kutsal diyarlar da, cennetten kopan parçalar değil mi? Barışın ve saf iyiliğin hüküm sürdüğü topraklar, nesilden nesile devredilen insanlık düşü sayılmaz mı? Gerçeğini dünyada yakalamak zor olunca hayallerde kurgulamaya mecbur kalmışız. Mesela Sümer mitolojisindeki Dilmun adlı kutsal yer, antik Yunan’da Elsyium tarlalarına ve hatta Olimpos’a, oradan da Atlantis’e dönüşmüş olamaz mı? Ben kabaca bu vaat edilen toprakların hepsine cennet desem, semavi dinlerden ayrı ya da aynı kasıt içinde, had aşımı olur mu?

valinor,

Çünkü yaşamın ilk var olduğu yer olarak düşünülür cennet. Dönmek istediğimiz ana evdir semavi dinlere göre. Mitlerdeyse çoğunlukla yaratıcının tasarımı lekelenmemişken suların içinden çıkan ilk toprak parçasıdır. Yani öyle ya da böyle, hep işin bir ucundadır. Oradan kovulmak büyük bir kötülüğü, itaatsizliği gerektirir. Tanrı’nın yapma dediğini yaparak bir meyve yemek ya da Fëanor’un akraba katliamı olabilir sebep mesela. Gerçi unutmamalı ki ilk kovulan şeytan, ilk dışarıda bırakılan Melkor’dur.

Orta Dünya’da kutsal toprak, başlangıçta Almaren’di. Melkor hırsıyla alaşağı etmemişken, suların içindeki bir adaydı Tolkien’in cenneti. Orta Dünya’nın tam da ortasında, lambaların parlaklığında bir bahardı. Fakat kötülük geri dönüşsüz zararlar verince kaçtı Valar, büyük denizin ötesindeki bakir topraklara gitti. Orta Dünya ise geride karanlığa terk edilmiş bir araf olarak, Melkor’la birlikte kaldı. Yani cennet taşındı, geri kalan her şeyse dışındaydı.

Valinor’u cennet yapanlarsa, Yavanna ve Nieanna’nın çabasıyla filizlenen iki ağaçtı. Işık canlı iki varlık, Telperion ve Laurelin’di, Ezellohar tepesinde. Tolkien açıkça Hristiyanlıktan esinleniyordu Valinor’da. Hatta bunu yazdığı bir şiirle kanıtlayabiliyorum ne mutlu ki! 1955’te yayınlanan ve İrlandalı bir rahip olan Aziz Brendan’ın yolculuğunu Imram şiirinde işlemiş Tolkien. Şiirin adı, eski İrlanda geleneğinde dini yaymak için Atlantik Okyanusu’na açılan azizlerin maceralarına yapılan bir atıf. Ciddiyim, literatürde Immrama edebiyatı diye bir tür var. Máel Dúin’in Yolculuğu gibi başka eserler de ilgilisine duyurulur.

Brendan’ın keşfettiği de bir ihtimal Kanarya Adaları olabilir deniyor, tabii spekülasyonlar çok. Tüm macerası fantastikleştirilerek 8. ve 10. yüzyıl arasında Navigato Sancti Brendani Abbatis adıyla kayda geçmiş. Anlatılara göre Odysseus misali deniz canavarları ve küçük adalarda yaşanan zorluklardan sonra varmak istediği esas adaya varıyor kaşif. Karanlıklar içinden, ışıktan ibaret bir adaya çıkıyor. İşte bu keşfi alıp Valinor’a kurgulamış Tolkien, cuk diye de oturmuş!

Şiirde müritlerinden biri ölüm döşeğindeki azize gördüklerini sorunca bir bulut, bir ağaç ve bir yıldızı hatırladığını söylüyor Brendan. Numenor’un su altındaki kalıntılarından, unutulmuş topraklardan ve Silmaril’den bahsediyor. Evet, evet! Geek çığlığı vakti!

Şiir epey uzun olduğundan ancak bir kısmını alıntılayabiliyorum buraya, ama siz hepsini okuyacaksınızdır tabii, şüphem yok:

Bir yeşil kadeh gibiydi bulduğumuz diyar,
güneşin beyaz ışığıyla dolu,
ve tepe arasında, bir çayırda
bir ağaç gördük, Cennet’te bile göremeyeceğim kadar güzel.
Kökleri büyük bir kule gibi derine iniyordu,
yüksekliği ise insanların gözünden uzak;
dalları öylesine genişti ki,
en küçüğü bile bir dönüm toprağı gölgeliyordu.
Dallar dik ve güçlüydü, dağ yamaçları gibi,
yapraklar gözümde kış kadar beyazdı,
kuğu tüyleri kadar yumuşak ve güzel,
birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı.

O an, sanki bir rüyadaymışız gibi düşündük,
zaman durmuştu,
ve yolculuğumuz bitmişti; geri dönmeyi hiç ummadık,
orada ebediyen kalmayı diledik.
O sessiz adada,
durgunlukta şarkılar söyledik—
bize yumuşak geliyordu, ama yukarıda yankılanan ses
bir org gibi çınlıyordu.
O zaman ağaç tepeden köke titredi;
dallardan beyaz yapraklar,
havada dönen kuşlar gibi süzüldüler,
ve dallar çıplak kaldı.
Gökyüzünden bir müzik döküldü;
ne kuşların sesi,
ne insanların, ne de meleklerin;
ama belki dünyada üçüncü bir güzel akraba daha vardır
,

batmış toprakların ötesinde hala yaşamakta olan. 
Yine de denizler derin ve engindir
Beyaz Ağaç Kıyısı’nın ötesinde.

Benim için şiirin keşfi dünyalara bedeldi. Kalbim durmadan bir parçasını ulaştırmalıydım size, bu yüzden 20. yüzyılda yazılan şiiri 21. yüzyıl teknolojisiyle çevirerek düzenledim. Orijinale yaklaşamamıştır, affola. Yine de Tolkien’in ruhu şad olsun, bir azizin fantastik hatırasını, binlerce yıl sonraya elf sesleriyle aksettirmiş olduk! Üçüncü türden akrabaları sezmek, Valinor’u sislerin arasından bir anlık da olsun hayal etmek sizde de tatlı kıpırtılar yaratmadı mı? Bahsedilen ağaç, Galathilion bu arada. Yavanna tarafından Telperion’un suretinde yaratılmış ve Noldor elflerine hediye edilmişti. Ki torunlarının torunları Gondor’a dikilidir.

Araya Tolkien fan servisini attığımıza göre şimdi bahçe ve çite gelebiliriz. Gerçi zekanızı küçümsemek gibi bir kastım olamaz, bahçe kısmını çıkarttınız çoktan, ağaçların her yerde olduğu belli. Tanrı da iki ağaç diker kutsal diyarına, Tolkien de. Ve sonucunda kıyamet ağaçtan kopar. Ağaçlar tekil de değildir pek tabii, yeşillikler içindedir. Ama bahçeden bahsetmemin ardındaki sebep evrensel bir soruyu sorabilmek içindi: Cenneti küçüklüğünden beri sonsuz nimetle dolu, kışın uzağında kalan bahar bahçesi olarak tasvir eden kaç kişi vardır içimizde? Elleri görelim.

Tolkien de Almaren’deki mutlu zamana öylesine Arda Baharı dememişti tabii ki. Aramızdaki kışçıları ve sonbaharcıları kızdırmak uğruna, ilkbaharın evrensel önem arz ettiğini gözden nasıl kaçırabiliriz? Yemişlerin dalları büktüğü, açlık tasasından ve kuru çirkinlikten azade bir bahçe, cenneti çağrıştırmaz mı herkese?

Pek çok antik kentin kazı çalışmalarında ortaya çıkan resimler de atalarımızın bizimle benzer düşündüğünü anlatıyor. Okurken bayıldığım ve bolca kafamı açan bir makalede ulaştığım bilgilere göre, batı dillerindeki paradise sözcüğü, yeryüzü cenneti demek. Bu sözcük pek çok dilde hemen hemen aynı anlamda kullanılmış ama kökeni Babilce ve İbranice’ye gidiyor. Onlardaki pardisu ve pardes sözcükleri ise, çitle veya surla çevrili bahçe demek! Gizem aydınlandı, karartılmış deliller netleşti. Olayı makaleye evirmeden anlatmam gerek ama bunu aktarmalıydım, coşkuyu hissediyor musunuz sizde? Cennetin zihnimizde, en başından beri çitli bir bahçe olduğunu kanıtlamaz mı şimdi bunlar?

Kutsanmış diyarlar ne zaman çekici olmuştur insanlık için bilmek zor. İlk sert kışıyla yüzleşen insan mı hayal etmiştir önce onu, ölümden korkan birinin tesellisi olarak mı çıkmıştır ortaya? Yoksa asırlara yayılan ateş başı hayali midir, bir laf başka bir lafa eklenince kimsenin bozmaya kıyamadığı bir anlatıda? Ne olursa olsun sonucunda kaygı gölgelerini kovmuştur içimizden. Çünkü öylesi bir yer, dünya yaralarından arınacağımız tesellilerle doludur. Öylesi bir yer, Frodo gibi mücadelesini tamamlayanlara şifa merkezidir. Kim istemez ki o tozpembe diyarlara gitmeyi? Kim görmek istemez ki Valinor’u?

Ancak Valinor bir ada. Denizin ötesine Cirdan’ın gemisi yoksa ulaşmak hayal. Peki neden böylesi gizli ve ulaşılmazdır ölümsüz topraklar insana? Çünkü kovulmak bir trajediyle olur, yeniden girmekse hak edişle. Cennet ya da Valinor, ilk ev olabilir ama artık seçilmişlerin mekanıdır. Elysium tarlalarına girenlerin kahramanlar olması gibi, kötü zamanları sona erdirecek bir kurtarıcı veya bir mesih gerekir kutsal diyarlara giriş için. Valinor’a da Eärendil gibi kutlular varabilir ancak. Deniz ve Pelòri dağları bir çittir açıkça, diğerlerini Valinor’dan uzak tutar. Yalıtılmış tanrısallık, o bahçenin içinde kalmalıdır.

Ama aynı zamanda korunma tedbiridir de surlar. Çünkü harika, huzurlu, rahat bir yer istiyorsak önce çit koymalıyız etrafına. Çünkü dışarıdan gelenden hayır ummayız, evlerimiz yabancılardan korunaklı kalsın isteriz. Davetsiz misafir bile Anadolu’da yüzlerce yıl, yalnızca tanrının misafiriyse kabul edilmemiş midir?

Bir bilgi daha vermeden duramam, bizim dilimizdeki cennet kelimesi de Arapça canna’dan geliyormuş. Ve onun da geldiği Aramca ganna ve Akadça gananu ise etrafı çevirerek korumak demekmiş. Yani bizzat cennetten öğreniyoruz ki tedbir şart! Dev su kütlesi kesinlikle Valar’ın iş bilirliğiyle iki kıta arasında. Bir parça övgüyü de Melkor ve hainlikleri alabilir elbette.

Peki yine mitlerde cenneti bir adaya konumlamanın anlamı nedir? Neden ütopyalar hep bir adada hayal edilir, kayıp adalar kültürlerde tekrarlayan bir motiftir?

İlk olarak sebep izolasyon tabii; bozulmadan kalma isteği. Karadan kilometrelerce uzaktaki bir adada dış etkiler kolayca değiştiremez işleyişi, barış ortamı sarsılmaz. Düşünürler için birçok faktörü eleme rahatlığı da sağlar ada ortamı. Ama başka nedenler de var. Mesela en basitinden çoğu inançta, suyu içeren ritüellerle temizlenir beden ve ruh. Yani maddi ve manevi bir temizleyicidir deniz. Ayrıca karanın bitişi öteki aleme geçişi simgeler. Mistik deneyimlerle dolu bir yolculuğu şart koşar, insanın daha ulu olanı ararken kendini de aşmasıyla sonuçlanır yol.

Üstelik su yaşamın başlangıcıdır. Bu yönden de farazi cennetimiz Valinor’u, Mandos salonlarında yeniden doğmayı bekleyen onlarca ruhla, yine bir bahçeye benzetebiliriz pekala. Sadece bir nihayete eriş değil, yeni yollara gitmeden önce binlerce tohumun filizlenmesinin beklendiği bir bahçe. Yabanıl değil, çeşitliliğin birbirini yıkmadan var olduğu bir düzen.

Ama Valinor’la cenneti her şeyden çok kesiştiren bir ana neden söyleyebilirim. Valinor, dünyayla teselli edilemeyen nice zihnin sığınağıdır. Ve cennet de biraz bunun için değil midir? Ölümün ve zamanın dışında sonsuz iyilik mekanını düşlemek hangimize iyi gelmez? Nesil nesil hepimiz, dünyada sağlayamadığımız adalet beklentimizi bile o mekanın ihtimalini düşleyerek rahatlatırız. Asıl soru şu: Öyle bir yer var mıdır?

Kaynaklar: 1 ve 2

Not: Bunu sonradan ekliyorum çünkü yazmayı unuttuğum bir ayrıntı var: Pelòri kelimesindeki pel- kökü ilkel Quenya’da gerçekten çit veya etrafı çevirmek demek!

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.