Geçtiğimiz yılın Ağustos ayında sadece müzikseverler ya da 90’lar Britpop’uyla büyüyenler değil, bütün dünya Oasis’in geri dönüşünü şaşkınlık içinde karşıladı. Grubun on beş yıl aradan sonra yeniden sahneye çıkacak olması büyük bir heyecan yaratmıştı. Gallagher kardeşler, tartışmalı ayrılıklarının ardından iki başarılı solo kariyer inşa etmiş olsalar da Oasis’in yeniden bir araya gelecek olması beklentileri zirveye taşımış, açıklanan konser biletleri ise saniyeler içinde tükenmişti. Bilet fiyatları ve birçok hayranın bilet bulamaması sebebiyle ortaya çıkan öfke ile sevinç bulutunun arasında, Ağustos’un son gününde Dublin’deki Oasis konserine bilet bulabilmiş olmak bana kendimi fazlasıyla şanslı hissettirmişti. Gallagher kardeşlerin yine kavga edip etmeyeceğini ya da bu turnenin hayranların beklentilerini ne kadar karşılayacağını düşünürken, aradan neredeyse bir yıl geçti ve ben kendimi Dublin sokaklarında, konserin yapılacağı İrlanda’nın meşhur Croke Park Stadyumu’na (ülkenin en büyüğü, kapasite: 82.300) doğru yol alırken buldum.
Dublin’e konser için tek başıma seyahat etmiştim, fakat Drumcondra sokaklarında kendimi bir dakika bile yalnız hissetmedim. Her köşe başında Oasis şarkıları söyleyen, sanki yarın yokmuşçasına anın tadını çıkaran insanları görmek; arada onlarla sohbet edip bu kolektif sevince ortak olmak bana hep bir aidiyet duygusu yaşattı. Birer ikişer katlı Drumcondra evlerinin arasından, Oasis hayranlarıyla dolu sokaklardan geçip birkaç kilometre öteden trafiğe kapatılmış ve sıkı şekilde denetlenen yolda yürüyerek stadyuma ulaştığımda, içimdeki heyecan giderek zirveye çıkıyordu. İlk iki albümünü ezbere bildiğim, 90’ları sevmemi sağlayan ve müziğin kolektif yönünü bana farklı bir pencereden gösteren Oasis’i canlı izleyecek olmak tarifsiz bir duyguydu. Ama işin doğrusu, konser alanındaki sevinç ve dayanışma isteği beni en çok etkileyen şey oldu.

İlk ön grup CAST çıkmadan önce, bira sırasındayken tanıştığım orta yaşlı bir İngiliz Oasis hayranının sıcak kanlılığı bana adeta “hoş geldin” hediyesi gibiydi. Bu, bana konser boyunca ikram edilen ilk biraydı. Yaşımın bazı “fanatik” Oasis hayranlarına göre küçük olması ya da sırf bu konser için Dublin’e gelmiş olmam insanlarda farklı duygular uyandırmış olmalı ki, konuştuğum birkaç kişi ya bana içecek ısmarladı ya da ısrarla ısmarlamak istedi. Konserin dayanışma duygusunu en iyi tarif eden şeylerden biri, herkesin sanki birbirinin duygularını anlayan, zihinleri okuyan bir “altıncı hisse” sahip olmasıydı.
CAST’in performansı bittikten sonra tanıştığım, İrlanda’da uzun süredir yaşayan bir Hırvat ve üç Brezilyalıdan oluşan küçük bir arkadaş grubuna davet edilmem, konseri artık tam anlamıyla “yalnız” izlemeyeceğimin işaretiydi. The Verve’ün solisti Richard Ashcroft sahneye çıktığında seyirci çoktan ısınmış, yıllardır beklenen bu dönüş için tamamen hazırdı. Ashcroft ve grubu “Sonnet” ile “The Drugs Don’t Work” gibi The Verve klasiklerini seyircilerle hep bir ağızdan seslendirdi. Son şarkı, neredeyse bir jenerasyonun milli marşı haline gelmiş “Bittersweet Symphony” başladığında ise stadyumun atmosferi tüylerimi diken diken etti. O andan itibaren İrlanda seyircisi sahiden “yıkıp geçmeye” hazırdı.

Fark ettiyseniz yazının bu kısmına kadar Oasis’in kendisinden pek söz etmedim. Çünkü bana kalırsa yaşadığım bu unutulmaz deneyimin doruğa ulaşmasında, az önce anlattığım unsurlar çok önemliydi. Konser alanındaki neşe ve paylaşma duygusu, az sonra izleyeceğimiz iki saatlik performansın hayatımızın unutulmaz anlarından biri olacağının garantisi gibiydi.
Ve nihayet zaman gelmişti. Oasis, Gallagher kardeşlerin ellerini yukarı kaldırarak sahneye çıkmasıyla adeta bir Roma stadyumuna giren şövalyeler gibi karşılandı. Hayranlarını mutlu etmek için özel olarak hazırlanmış, grubun en büyük hitlerinden oluşan setlist kelimenin tam anlamıyla kusursuzdu. Liam Gallagher’in deyimiyle “Cigarettes & Alcohol” çalınırken seyircilerin sahneye sırtlarını dönüp kol kola zıpladığı, “Poznan” denilen o anda sevinçten kendimi kaybedecek gibi oldum. Zıplayan, meşale yakan, hep bir ağızdan bağıran ve anın tadını son dakikasına kadar çıkaran Dublin seyircisine hayran kalmıştım. Daha ilk birkaç şarkıda, buraya yalnızca bu konser için gelmenin her şeye değdiğini hissettim.

Konserin benim için en özel anı, kişisel olarak ayrı bir bağ kurduğum “Some Might Say” ve “Stand by Me” şarkıları çalınırken yaşandı. Sonrasıysa anlam veremediğim bir hızla geçti; konser bittiğinde zamanın nasıl akıp gittiğini hiç ama hiç fark etmemiştim. İçimde tarif edemediğim tuhaf bir duygu kaldı. Az önce izlediğimiz şey, 90’lar nostaljisinin yeniden hortlamasından çok daha fazlasıydı. Kaos ve bunalımla dolu 2025 yılının yalnızca bir gününde bile olsa, Oasis’in geri dönüşünü hep birlikte kutlayıp biraz olsun eğlenmek, bütün duyguların özeti gibiydi.
Konserden sonra Dublin sokaklarında hayat, Oasis konserine paralel bir şekilde akmaya devam ediyordu. Şehrin neredeyse her köşesinde, grubun tişörtlerini giymiş insanlar hayatları boyunca unutamayacakları kolektif bir sevincin birer parçası olmuşlardı. Belki çoğumuz bunun farkında bile değildik, ama bu anları yazıya dökmek hafızanın kelimelerle buluştuğu, son derece öznel duyguların bir yansıması oldu.