Batman’in 75. yılını kutlamakta olduğunu bilmeyeniniz yoktur herhalde, değil mi? Biz de vaktinde şu linkten görebileceğiniz bir Batman haftası yapmış, Kara Şövalye’nin 75. yılına özel bir kutlama düzenlemiştik. DC Comics de haliyle Batman 75’i yaşatmaya devam ediyor. Yaptıkları şeylerden biri de Batman’in eski hikayelerinden birini, ücretsiz olarak tekrar yayınlamaları oldu. Bu özel sayıda, Batman’in tarihinde ilk defa gerçekleşen bir şey yaptılar. Bill Finger’ın ismine kapakta yer verdiler.
Kim bu Bill Finger? Şöyle anlatalım. Batman’in, ilk doğumundan itibaren tek yaratıcısı Bob Kane olarak belirlenmiştir. Bugüne bugün hâlâ Batman filmlerinde, dizilerinde ve oyunlarında Bob Kane’e credit verilir, Kane bu işlerden telif kazanma hakkına sahiptir. Fakat Batman’i Batman yapan neredeyse her şeyin yaratıcısı da Bill Finger’dır. Kane’in yıllar sonra anlatacağı şekliyle, Batman’i dedektif yapan Finger’dır, Bruce Wayne alt kimliğini Finger yaratır. Aslen tip olarak Süpermen’e benzeyen Batman’e o meşhur başlığını, eldivenlerini ve gri kostümünü giydiren de Finger’dır; karakterin bir sidekick’e ihtiyacı olduğu fikrini ilk ortaya atan da. Ondan önce Batman şu şekilde gözükmektedir.
Ama Bill Finger’ın ismi bir istisna haricinde hiçbir Batman filminde / dizisinde / oyununda geçmez. Düşünsenize, çizgi romanlarda dahi kapak credit’i ilk defa geçtiğimiz hafta verilmiş Finger’a. Ailesi çekilen onlarca Batman filminden kuruş para kazanamıyor; o filmlerin başarısında ciddi bir katkısı olmasına rağmen üstelik. Peki neden? Neden Joker’in, Riddler’ın, Catwoman’ın yaratımında kilit roller oynayan Finger’ın ismini dahi hiç duymamış olma ihtimalimiz bu kadar yüksek 2014 senesinde?
Çok basit bir sebebi var. Batman fikri aklına ilk gelen Bob Kane, karakterin hikayeleri basılmadan hemen önce DC Comics ile bir kontrat imzalar. Kontratın şartlarından biri de, Batman’in tek yaratıcısı olarak sadece kendi isminin geçmesini garantiye almaktır. Yani anlayacağınız Kane, bilerek ve isteyerek Finger’a yazar olarak itibar verilmesini engeller. Amerikalı çizer, yıllar sonra kitabında “on beş sene geriye gidebilseydim, Finger’a ‘senin ismini kapağa koyacağım’ derdim” diyerek pişmanlığını belli etmiştir ama sonuç değişmez; Kane’in hareketleri maddi ve manevi olarak, Finger’ın hayatını kasten kötüye itmiştir.
Bunları öğrendikten sonra, yıllar boyunca saygı duyduğum Bob Kane’e karşı soğuduğumu hissettim. Bu iki his, farklı kulvarlara aitlerdi. Bob Kane’in kara kaşı, kara gözü, kişiliği değildi sevmemi sağlayan şey; Batman’i yaratmış olmasıydı. Ama soğumamı sağlayan şey, özel hayatında yaptıklarıydı.
Buradan yola çıkarak bu kategoriye düşen tüm insanları düşündüm kafamda. Tom Cruise, kuşkusuz buna dahildi. Scientology tarikatının iğrençliklerini anlatan dedikoduların arasında, Cruise’un arada ekranlara çıkıp “psikiyatri kocakarı bilimidir” gibi beylik laflar etmesi, efsanevi aktörün kariyerini ortadan ikiye bölmüştü. 90’lar boyunca beyaz ekranın en büyük yıldızlarından olan Mel Gibson, yönettiği filmlerle de bir sinemacı olarak saygı kazanmaya başladığı bir dönemde; Yahudi karşıtı söylemleri yüzünden hem izleyiciler, hem de film camiası tarafından aforoz edilmişti.
Bunun daha eski örnekleri de vardı tabii. Hem Woody Allen, hem de Roman Polanski; filmleri dünya çapında izleyiciler ve eleştirmenler tarafından alkışlanan auteur’ler olarak bu kategoriye cuk oturuyorlar nihayetinde. Biri kanuni, biri ruhani sürgünde olan yönetmenlerin, ikisi de çocuk taciziyle suçlanıyorlar. Tabii aralarındaki fark, Allen’ın iddiaları reddetmiş, Polanski’nin ise yargılanıp suçlu bulunmuş olması; ama temeli aynı. Filmleri çok güzel olan, büyük işler başarmış iki yönetmen. Özel hayatları ise karmakarışık ve kuvvetle muhtemel tanık olsanız iğreneceğiniz türden.
Ne yaparsınız böyle bir durumda? Yüz yıllık sorudur bu değil mi? Sanatı sanatçıdan ayırabilir misiniz?
Bence bu soruya verilecek cevap, geçtiğimiz yüz yılda şimdi vereceğimizden farklı olurdu.
Artık Twitter çağındayız. Sevdiğimiz, idolize ettiğimiz sanatçılar sıçarken canlı güncelleme geçiyorlar. Kaldırması zor şakalar yapıyor, ayıp laflar ediyorlar. Daha ulaşılabilir sanatçıların olduğu bir dönemdeyiz artık. Onlar 20. yüzyıldaki gibi ulaşılamaz yıldızlar değiller. Artık aramızdalar ve kirli çamaşırlarını biliyoruz.
Eğer bu soruyu bana 1990’larda söylemiş olsaydınız, cevabım kesinlikle sanat ve sanatçıyı ayırmanın elzem olduğu yönünde olurdu. Hiçbirimiz masum değiliz. Hiçbirimiz mükemmel hayatlar sürdürmüyoruz. Her birimizin içinde biriktirdiği yanlış hisler; belki dönemin havasıyla belki de gafletle parçası olduğumuz hastalıklı fikirler oluyor zaman zaman. Arkadaş veya partner seçerken bunlara göre kıyaslama yapabilirsiniz, hakkınızdır. Ama Wagner’i eve alıp komidinin üstüne koymayacaksanız, ırkçılığını ve faşistliğini umursamanıza gerek yoktur; müziğini dinler geçersiniz.
Ama artık 2014 yılındayız. Şüphecilik ve soğuk mesafelilik, teknoloji çağıyla iyiden iyiye abarmış vaziyette. Bence, sanatı sanatçıdan ayırmak; bu artan kentsel “profesyonel ilişkilerin” tersine çevirir akıntıyı. Jennifer Lawrence, Anna Kendrick, Tom Hanks, George R. R. Martin gibi tanıdıkça sevdiğiniz, samimi, içten insanların karakterleri sanatlarından ayrılamaz artık; çünkü o insanların eserleri, izleyici/okuyucuya, seviye olarak kendini daha yakın bir yere konuşlar. Bunu da otomatik bir şekilde yapar. Jennifer Lawrence televizyona çıkıp “Oscar’lara çantamda abur cuburla gittim” diye röportaj verince, Anna Kendrick Twitter’a eşofmanlarıyla resim koyup “Allah elbiselerin belasını versin” yazınca, George R. R. Martin “Üstüme gelmeyin yoksa sıra Tyrion’da” yazılı dövizle poz verince; onlar bulutlardan inmezler; siz onların seviyesine çıkarsınız.
Ama sanattan sanatçıyı ayırmak, sanatçıyı üst bir merciye koymaktır. Sen fildişi kulende istediğin kadar deli, ırkçı, sapık, faşist ol ben yine de sana hayranlık duyacağım kredisini verip; o üstünlüğü kabul etmektir. Eskiden bunu yapmak zorundaydık, çünkü insanların ne menem ruhlara ve karakterlere sahip olduğunu yüzde yüz bilmiyorduk. Ama artık bize kendileri söylüyorlar. Tweet atıyor, Instagram’da mangal fotoğrafları paylaşıyor, Vine’larla kasti saçmalıyorlar. Bizim elimizde bu seçimi yapacak yeterli bilgimiz var ve bunlar birinci kaynaklardan geliyor.
O yüzden, sanatı ve sanatçıyı ayırmamak artık elzem bir önem taşıyor. Roman Polanski’lere, Mel Gibson’lara kredi vermek için bir sebebimiz yok. Hoş görülü, samimi, içten insanlara kredi vermemiz gerek bizim. Tüm popüler kültür üreticilerine, eğer başarılı olmak ve bize dokunmak istiyorlarsa; samimi olmaları, iyi insan olmaları gerektiğini anlatmamız gerek. Devir soğuk, uzak ve cezalandırılamayacak, yargılanamayacak kadar yüksek sanatçıların devri değil. Devir, Comic-Con’da kanka pozu vermenin, Twitter’da mention’larşmanın, Instagram’da komikli caps paylaşmanın devri. Bundan sonra artık iyi çocukların sanatları kazanmalı. Kişilik, son eserden ayrılması mecburi bir şey değil zira.