Başka bir zaman, başka bir dünyada yarasalar gökyüzünü ele geçirir, şehirler yer altına çöker. İnsanlar, Arzın Merkezine Seyahat‘ta okuduğumuz kayıp yer altı okyanuslarının, Lovecraft ile anlaşarak oluşturduğu, zifir karanlık bir dünyanın kıyısında bir yaşama tutunurlar.
Bu dünya, artık bildiğimiz dünya değil. Düşkün Londra‘nın yeşil fosfor ile yarım yamalak aydınlanmış o nemli ve gölgeli sokaklarından, karanlığın vücut bulduğu, canavaların kol gezdiği daha da karanlık okyanusa doğru tuhaf nedenlerle yola çıkan bir avuç mürettebatın tuhaf başlayan ve adım adım tuhaflaşan öyküsü. Fallen London, bambaşka bir browser oyunu, Sunless Sea ile göbekten bağlı. Londra zaten gizemlerin pençesinde, biz bir de Londra’yı bırakıp yer altı denizlerine açılan bir kaptanı ve mürettebatını oynuyoruz… İyice yani!
Sunless Sea‘de deniz, sadece sizi çıldırtmak için var… Mürettebatın kulağına neler fısıldıyor rüzgar? Ya da bir dakika, denizde bir şey mi var..?
Sunless Sea ve yandaşı, browser hikaye oyunu Fallen London hiç beklemediğim yerden beni öyle çekici bir dünyanın, bir kurgunun içine attı ki, tam olarak nasıl övsem, sizi nereden bulaştırsam bilemedim. Keşke Fallen London dünyası kitap olsa, dizi olsa, film olsa da rahat rahat izleseniz, tüketseniz. Ne yazık ki, şimdilik sadece bir PC oyunu, konsollara gelmesi de pek mümkün değil, tarzı başka.
Viktorya dönemi İngilteresi yer altına çökmüş, iyice Steampunk (aslında doğru terim gaspunk) bir dünya, yer altının gizemleri, giderek artan doğa dışı olaylar, kenarlardan bel vermeye başlayan Cthulhu abinin yandaşları ve işin içine serpiştirilmiş bir Pratchett ya da Douglas Adams ruhu var bu eserin içinde! Oyunu yapan ekip, özünde fantastik edebiyat, korku edebiyatı, 19. yüzyıl edebiyatını yemiş, bitirmiş, hepsini harmanlayarak yeni şeyler yaratırken, bunları metinle değil, oyunla anlatmak istemiş bir ekip, bu çok belli. Oyunun ‘oyun’ kısmı kapınızı çalana kadar, metinler, tasvirler ve tercihleriniz sizi bu kayıp dünyanın içerisine sokuyor.
Oyunun asıl gövdesini ziyaret ettiğiniz limanlar ve karşılaştığınız durumlara dönük tercihleriniz belirliyor. O karanlık sahilde bir yürüyüşe çıkacak mısınız? Ecnebi dilinde konuşan bu adamın size verdiği, üzerinde semboller olan dişi alacak mısınız? Size yanaşan geminin tayfası bir tuhaf görünüyor, hepsinin cildi sararmış gibi, size tarif ettikleri koordinatlara gitmeye cesaretiniz var mı? Peki ya Londra’da sizi bekleyen oğlunuz, karınız? Ya limana döndüğünüzde insan kemiğine oyulmuş maskeleri liman polisleri yakalarsa?
Oyuna çok dümdüz bakacak olsak, açık denizlerde bir geminin kaptanısınız. Tayfanız var, yağ ve yemek stoğunuz var. Bunlar bitmeden bir şeyler keşderek, adım adım ilerlemeye çalışıyorsunuz oyunda. Elbette oyun, size gerçek bir “deniz masalı” ihtişamını yaşatmak için çok uğraşmış, becermiş de. İçine girdiğiniz karanlıklar, tayfanız ve sizi sürekli “Terror” ile dolduruyor, dehşet birikmeye başladıkça denizde daha tuhaf şeyler görüyorsunuz, tayfanız daha çok hata yapıyor. En yakın limanı bulmak için yaralasalı salıyorsunuz, size kıyılardan haber getiriyorlar. Çoğunlukla yanaştığınız bu kıyılar, denizlerden de tuhaf hikayelere gebe.
Hikayeler, oyunun hem kendisi, hem de değişmez bir parçası. Duyduğunuz korkunç, gizemli, büyülü, korkutucu hikayeler kargonuza ekleniyor. Bunları başka limanlarda, bazen çocuklara, bazen orduya, bazen gizemli, tuhaf adamlara aktarıyorsunuz. Taşıdığınız ve duyduğunuz her hikaye, sizi ve tayfanızı değiştiriyor.Gerçekten diyorum, yandan bildirim geliyor “Artık biliyorsunuz, deniz biraz daha değişti” diye.
Öte yandan ya yağ, yemek, akıl sağlığı, inanç ve cesaret tükendiğinden, ya da oyunun basık atmosferi sizi gerdiğinden sık sık ana liman Londra‘ya döneceksiniz. Londra, diğer her yerden birazcık daha güvenli gibi. Her ziyaretinizde yeni olaylar oluyor, cesursanız aşık oluyorsunuz, inatçıysanız ev ve çocuk sahibi oluyorsunuz… Bu hem oyun mekaniklerini, hem de oyuncu olarak sizi etkiliyor, çünkü çocuğunuz ve karınızla ilgili gelişmeleri takip etmek için daha sık limana dönesiniz geliyor, halbuki gökten inen sarkıta tapan adamlar, size tuhaf bir ışıkla parlayan bir taş vermişti…
Tam da o anda ölüm geliyor. Kaptan ve tayfanın hikayesi adım adım ilerlerken, bir fırtınaya giriyorsunuz, ışıkları yakıp yolunuzu bulana kadar yarasalar sarıyor gemiyi, bir de ne olduğunu anlamadığınız bir canavar yükseliyor sulardan. Tayfa dua etmeye başlıyor, güverte yanıyor, savaştan sağ çıksanız bile limana ulaşana kadar susuzluktan telef oluyor mürettebat. Bir daha haber alınamıyor sizden, belki 15 yıl sonra limanda bir daha görmeyeceğiniz oğlunuz devam eder maceraya…
SON SÖZÜMÜZ NE OLSUN?
Sunless Sea, pek çok açıdan o kadar iyi bir oyun ki… Hikayenin kıymetini bilen herkese kesinlikle tavsiye ederim. Hele de Jules Verne hikayelerini, H.P. Lovecraft hikayelerini seven insanlara kesin! Mass Effect sevenlere, Star Trek sevenlere, FireFly sevenlere de tavsiye ederim, özellikle de galaksinin uçlarında tuhaf olaylar keşfedip, akıl sağlığını yitirip geri dönmeli olanlara.
Diyebilirim ki, Sunless Sea kendi çapında 50.000 dolarlık bir Kickstarter projesi değil de, milyon dolarlık bir EA oyunu olsaydı, şu anda elimizde Bioware‘in biribirinin aynı çıkartmaktan utanmadığı, bütün Dragon Age ve Mass Effect oyunlarını cebine koyup katlayacak bir dünya ve hikayeye sahip bir oyun olurdu.
Sunless Sea, herkese göre bir oyun değil. Kolay bir oyun da değil. Ama bir oyuna saatlerini gömüm, söküp aldığı hikayeyi bağrına basmayı sevenler, gizem, korku, karanlık, ölüm temalarını sevenler, kara kara İngiliz mizahı sevenler için harika bir oyun.