Sene 2005. Günlerden 19 Mayıs.
Star Wars serisinin son filmi Revenge of the Sith vizyona giriyor. Ben buraları sağda solda çok anlattım, belki denk gelmişsinizdir. Okulda 19 Mayıs gösterileri var, benim bu gösterilerde vazifem var; umurum değil. Sabah okul kıyafetlerimle evden çıkıyor, yarı yolda vazifeyi satıp dümeni Beylikdüzü Migros’a kırıyorum. Sabah erken seans Revenge of the Sith gösterimi var. Biletimi alıp, içeri giriyorum.
İzlemek üzere bilet alıp, vatani ve milli vazifemi uğruna sattığım filmin sonunu biliyorum. Bunu söylemekte fayda var. Benlik bir durum da yok üstelik. O filmi izleyen hemen hemen herkes mevzunun nasıl sonlanacağını biliyor. Ana karakter karanlık tarafa düşecek. Kaçarı yok, affı yok, satamazsın. Çünkü 19 Mayıs 2005 tarihinde vizyona giren eser altı filmlik bir serinin üçüncü mensubu. Onu takip eden hikayeler sırasıyla 1977, 1980 ve 1983 senelerinde vizyona girdi zaten. Bütün dünya Revenge of the Sith‘in baş karakterinin bir noktada kara maskeyi takıp, karanlığın yolunda kılıç sallayan bir despot olacağını biliyor.
Mesele ne olacağı değil zaten. Nasıl olacağı. Ve nasıl olacağı sorusunun cevabı yaklaşık altı yıldır parça parça veriliyor.
Anakin Skywalker bir köle çocuğuydu. Babası yoktu, annesi tarafından yetiştirildi. Küçük yaştayken kuş uçmaz kervan geçmez gezegenine bir Jedi ile çırağı indi. Jedi öldü, Anakin’i çırağına emanet etti. Bir de prenses vardı o gemide. Anakin büyüdü, o çırağı ustası bildi, prensesi de hiç unutmadı. Yıllar geçti, galakside kıyamet koparken Anakin’e “al bu prensese mukayyet ol” dediler. Genç Anakin o esnada annesinin kaçırıldığı haberini aldı. Prensesle kalktılar, annesini kurtarmaya gittiler. Beceremedi Anakin. Yetişemedi, ya da zaten yetişmesi mümkün değildi. Annesi öldü. Anakin annesini kaçıran ırkın soyunu kırdı. Döndü, prensese sığındı. İtiraf etti yaptıklarını. Prenses onu kovuşturmadı, yargılamadı. Sadece sarıldı. Yatıştırdı.
Revenge of the Sith bunun sırtında, önemli bir dönemeçte başladı. Birkaç sene önce gençliğin ateşiyle erken davranarak mağlup olduğu Dooku’yu bu sefer alt etmiş bir Anakin izletti bize George Lucas. Kamerasını aldı, bir iki kılıç arasında kellesi duran Dooku’ya çevirdi. Bir koltuğundan hince izleyen Palpatine’i izletti hepimize. En son Anakin’in çelişkiler içindeki suratını aldı kadraja. Palpatine kenardan “Yap, yap hadi” diye tıslıyordu. Anakin’in aklına güvendiği üç kişi vardı. Biri Obi-Wan, yerde upuzun yatıyordu. Biri Padme, Coruscant’ta uzaktaydı. Ötekisi de “Öldür” diyordu. Öldürdü.
Biz, yani bu lüle saçlı yakışıklı çocuğun insan bozması yarı mekanik bir canavara dönüşeceğini bilenler; film böyle başlayınca beklentilerimizi tekrar ayarladık. Evet; Anakin bu filmin sonunda Vader olacaktı. Demek ki böyle başlıyordu her şey.
İzleyicinin koltuğunda doğrulup “Hah, şimdi anladım meselenin nereye gideceğini” demesi tehlikeli bir şeydir. George Lucas bu topun altına 1980 senesinde Empire Strikes Back‘i piyasaya Episode V diye sununca girdi. 2005 yılında çıkan Revenge of the Sith bunun son numarası olacaktı. İki tane beğenilmemiş filmin üstüne gelen, sonunu herkesin bildiği, ilk sahnesinden itibaren de izleyicileri koltuklarında doğrultup “Hadi düş bakalım karanlık tarafa Anakin bey” diye izleyecekleri bir numara üstelik. Bir sihirbaz gerekiyordu bu numarayı yedirmek için.
İşte işbu yazıda anlatmaya çalışıyorum ki, George Lucas sinema tarihinin en büyük sihirbazlarından biri olduğunu hepimize prequel üçlemede de gösterdi. Biz kolektif olarak bunu o dönem yeterince takdir edemedik. Umuyorum şimdi çanlar ve ejderhaların ardından daha da kıymeti belirginleşiyordur.
Her sihir numarasının kilit noktası, izleyicilerin dikkatini istediğin noktaya çekmektir. Lucas, Coruscant’ın tepesindeki galaktik gümbürtüden sonra iki ana karakterini iki farklı yere yolladı. İkincil karakter Obi-Wan, egzotik bir gezegene gidip şirin bir kertenkeleye biniyor; filmin en karizmatik kötü adamıyla yüzleşmeye koşuyorken Anakin şehirde opera izliyor ve koltuklarda oturup politika konuşulurken somurtuyordu. Sihirbaz bir eliyle parlak parlak hareketler yaparken diğer elini bize neredeyse tamamen unutturmuştu. Tempo bir elde çağlayarak akarken, öteki elde şöyle şeyler oluyordu:
Bir yandan Kashyyyk, bir yandan Utapau derken izleyiciler olarak aslında izlediğimiz şeyin Anakin’in karanlık tarafa düşüşü olduğunu mümkün olabildiğince unuttuk. Uyuduk. Filmin başında telegrafla elimize verilmiş olan gidişat bilincimizin üstünden altına geçti. Anakin Palpatine’in Sith olduğunu öğrenince hatırlar gibi olduk, ama orada da hemen Mace Windu’ya söylemesiyle şaştık yine. Lucas bizim bu sinematik “bak-ama-görme” numarasını yediğimizden emin olduktan sonra da ilk kırılma noktasını huzurlarımıza sundu. Bu vezinlerle yazılmış bir destandı. Bazı vezin anları filmler arasıydı. Bazıları ise filmler içindeydi. Filmin başında tutsağını infaz eden Anakin, aynısını Mace Windu yapmaya kalkışınca bir kararla baş başa kaldı.
O ilk sahne olmasa, Lucas bizi ilk önce meseleye uyandırıp sonra uyutmasa; bunu sinematik olarak kurgulamasa hikayenin geçtiği ara duraklar önemli olmayacaktı. Çünkü hikayeler tekrar eder ve birbirlerine benzerler. Evet, Anakin öfkeli bir çocuktu. Ruhunu ihtiraslardan ayırmak konusunda güçlük çektiği açıktı. Ama günün sonunda bu bir “Körce seven korkar, korkan nefret eder, nefret eden acı verir” motifiydi. Dümdüz hâliyle görmediğimiz şey değildi. Gerçekleşmesi de bilindiğine göre yapılacak tek şey bunu sinematik olarak akıllıca anlatmaktı. Lucas, bunu Anakin’i iki tutsak infazı sahnesi arasına ve heyecanlı sekansların içine gömülü durağan bir gidişatla anlatmayı tercih etti.
Anakin orada Palpatine’i kurtardı ve ona koşulsuz şartsız boyun eğdi. Genç çocuk Anakin Skywalker olarak çöktü. Darth Vader olarak ayağa kalktı. Pek çoğumuz Obi-Wan’ın yıllar sonra Anakin’in oğluna söyleyeceği yarı-doğruyu hatırladık o dakika. Darth Vader’ın, Anakin Skywalker’ı öldürdüğü an burasıydı.
Fakat Lucas’ın daha anlatacakları vardı.
Order 66 sekansının ince işçiliği bundan yıllar sonra sinema yapmak isteyen insanlar tarafından etüt edilecek, çalışılacak. Bundan eminim. Siz de olun istiyorum. Sırtından vurulan Jedi’lar, az önce hâlini hatrını sorduğu yoldaşlarını gözünü kırpmadan öldüren ifadesiz Klon Birlikleri, taarruza kalk emrini aldıktan sonra uymak yerine atış pozisyonu alan ayaklar, arada Yoda’nın düşen bastonuyla gelen “herhalde bu kadardı” yanılgısı; bu yanılgıdan sonra gelen ve her biri izleyicide “tamam artık kurban olayım yeter” hissi yaratan ölümler… Yine yakaladınız değil mi en önemli sinematik şaşırtmayı? Tam burada işte, baston yere düştükten sonra gelenlerin kalbinize daha oturması niyetlenilmiş. Hakeza, Yoda’nın kurtulması da öyle. Dönüp kesiyor kendine saldıranları, kaçıyor ve siz zannediyorsunuz ki Order 66 sekansı bitti.
Halbuki böyle zannetmeniz isteniyor, çünkü sizin tam salıvermek üzere olduğunuz nefesiniz şu sahneyi daha değerli kılacak ve George Lucas bunu biliyor:
Esler ve çıkışlar. Şaşırtmacalar ve numaralar. Kesmeler ve akışlar. Müzik ve sessizlik. Geniş ve yakın. George Lucas bir sinemacının elinde olan bütün numaraları bu sekansta sizi bu ana taşımak için kullanıyor. Baştaki infaz sahnesinden, opera sahnesindeki sahte uyuşukluğa ve Order 66 içerisindeki çift Yoda kandırmasına kadar her şey Anakin’in o ışın kılıcını çektiği saniyeye gidiyor. O sahne olup bittikten sonra yaşanan her şey bir boşalma artık. Anakin’in Obi-Wan ile dövüşmesi, Yoda’nın Palpatine ile dövüşmesi bu boşalma anının bir parçası. Yokuş aşağı koşuyoruz, olan oldu ve darbeyi yedik, George Lucas’ın istediği kıvama geldik. Artık bizimle istediğini yapabilir. Karşımıza çıkıp “Padme mutsuzluktan öldü” diyecek mesela. O an onu afiyetle yiyeceğiz.
Çünkü biz de mutsuzluktan ölmek üzereyiz. Çocuk Anakin geliyor aklımıza. Onun gözlerindeki masumiyet, tanımadığı insanlara yardım ederken tereddüt etmeyişi, yarışacağını anlayınca “yippi” diye çocuk salaklığında ses çıkartarak pod’una koşması; ya da Padme’ye Güç ile armut doğrarken takındığı ergen gülümsemesi, belki de Obi-Wan’la yan yana savaşırken didişmeleri. Hiçbiri yok ulan. Gitti artık. O masumiyet kayboldu ve bu bizi filmin sonuna dek yavaş yavaş paramparça edecek; çünkü biz o masumiyetin kayboluşunu yedik. Usta bir sinemacı, sinematik ustalığıyla bunu bize kademe kademe sattı.
Ya satamasaydı?
Hikayeler tekrar eder ve birbirlerine benzerler. Hikaye anlatıcılığında mühim olan nereye vardığın değil, oraya giderken attığın adımları seyirciye inandırmaktır. Her mecranın da kendine has numaraları vardır.
Başarırsan seyirci gösterdiğin eline bakar. Bakmadığı eliyle yumruk atarsın.
Başaramazsan çanlar çalar. Sabah kalkıp bir bakarsın ki duygusal olmasını ümit ettiğin dizi bölümüne 150 tane caps yapmışlardır.
O yüzden yol yakınken George Lucas’tan dilediğim bir özür daha kayda geçsin. Kazma diyaloglar yazıyor diye adamın sinematik dehasını zamanında çok harcadık. Bari gelecek nesiller harcamasın diye elimizden geleni yapalım. Özür dileriz be George Lucas…