Fantastik evren tasarlarken herkesin ilk aklına gelen dünya tasarımıdır. İnsanlar aklındaki hikâyeleri oluşturmadan önce bu hikâyelerin nerede geçeceğine karar verirler. Coğrafya, tarih ve sosyoloji ile birlikte kendi karakterlerinin içinde yaşadıkları bir dünya oluştururlar. Ama ne yazık ki hikâye ve karakterlerin üzerine yoğunlaştıkça dünya, ikinci plana atılır. Oysa bir dünyanın, iyi yazılmış bir dünyanın kendine has bir karakteri vardır. Frank Herbert’in yazdığı Dune kitabındaki Arrakis mesela.
Bir çöl gezegeni olan Arrakis, nam-ı diğer Dune, sonu gelmeyen kum tepeleri ve içerisinde yaşayan devasa kum solucanlarıyla ünlüdür. Bu çöller o kadar uçsuz bucaksızdır ki medeniyet, bütün gezegen içerisinde tek bir noktada toplanmış, su yok denilecek kadar az ve dünya üzerindeki tek yeşillik saray etrafındaki birkaç hurma ağaçlarından ibarettir. Böylesine kurak ve verimsiz toprakların olduğu bir gezegenin hikâyenin ana merkezinde olmasını sağlayan ve onu evrendeki diğer gezegenlerden önemli kılan yegâne şey kullanıldığında insana üstün bir görü gücü veren ve uzun ömür bahşeden melanj baharatıdır.
İlk okuduğumda Arrakis’in kapalı bir sistem olarak ekolojisi beni hayran bırakmıştı. Suyun önemini kendi çapında anladığımı zannederken Arrakis bana olaylara ne kadar dar bir bakış açısıyla baktığımı anlatmıştı. Ekosistemin sadece bir dünyadaki iklim ve bitki örtüsünden ibaret olmadığına, yaşamın elinin değdiği her şeyi değiştirdiğine ikna etmişti beni. Ben de fantastik bir eser okurken kendi alanımla ilgili bu kadar farklı bir bakış açısına kavuştuğum için hayrete düşmüştüm.
“Ekoloji konusunda bilgisiz olanların ekosistem hakkında fark etmedikleri şey,” dedi Kynes, “onun bir sistem olduğudur. Bir sistem! Bir sistem tek bir oyukta atılan yanlış bir adımla yok edilebilecek belirli akışkan bir dengeyi korur. Bir sistemin düzeni, yani noktadan noktaya bir akışı vardır. Bir şey bu akışın önüne set çekerse düzen çöker. Eğitilmemiş biri bu çöküşü fark etmeyebilir, ta ki iş işten geçinceye kadar. Bu yüzden ekolojinin en büyük işlevi sonuçları anlamaktır.”
Arrakis’in bir çöl gezegeni olmasından dolayı suyun yok denilecek kadar az olduğunu söylemiştim. Suyun bu kadar az olması, gezegen içerisinde çok yüksek bir değere sahip olmasının yanı sıra bütün bir kültürü de kendi etrafında topluyor. Arrakis’in asıl yerlileri Fremenlerin gündelik yaşamları, kıyafetleri, evleri, ölümleri, duaları her şeyleri su etrafında şekillenerek zaman içerisinde kendine has bir kültür oluşturmuş.
Fremenler, Arrakis’in zorlu koşullarında hayatlarını geçiren iradeleri güçlü bir halk. Sularını boşa harcamamak için terlerini ve idrarlarını arıtarak tekrar içilebilir hale getiren özel bir damıtıcı giysi giyiyorlar. Bunun yanı sıra gezegende bulunan yüksek dozdaki melanj baharatına maruz kaldıkları için gözleri parlak maviye dönmüştür ki bu da bir Fremen’in en büyük alametifarikasıdır.
Fremenler için suyun bu kadar önemli olması ister istemez onların kültürlerine etki etmiştir. Bir insan öldüğünde onun suyunun kabilesine ait olduğu söylenir ve vücudundaki su kabilesindeki herkese paylaştırılırdı. Gözyaşı dökmek birçok açıdan suyu ziyan etmek olarak görülür ama yapıldığında “ölüye su veriyor” terimi kullanılarak büyük bir saygı duyulurdu. Bir Fremen’in suyundan daha değerli bir şeyi yoktu bu yüzden suyunu bir başkası için feda etmek davranışların en saygı duyulanıydı.
Fremenlerin evleri ise gezegenin sıcak havasına uygun olarak taş ve kerpiç benzeri malzemelerle, pencereleri olmadan inşa edilirdi. Bunun yanı sıra çölün içerisinde “Siyeç” adını verdikleri bir sürü mağara bulunur ve bu mağaraların içerisinde sıcaktan ve diğer insanlardan kaçarak geleneklerine ölümüne bağlı bir topluluk haline gelirler.
Fremenlerin dini de bu gezegen ile birleşmiştir. Gezegende yaşayan kum solucanlarına Şeyh Hulud, Yaratan isimlerini vererek onlara büyük bir saygı duymuşlardır. Kum solucanlarının dişlerini kendileri için silah yapan Fremenler kum solucanlarının ilkel bir formu olan bodur solucanlarından elde ettikleri Ab-ı Hayat şerbetlerini içerek bilinçlerini başka bir boyuta çıkarırlardı. Böylece Arrakis gezegeni kum solucanı formunda Fremenlerin dinlerine de doğrudan etki etmiş olurdu.
Peki, Arrakis bir çöl gezegeni olmaya gerçekten mahkûm mudur? Yaşam, birazcık yardım ile birlikte tekrar Arrakis’in gövdesinde vücut bulamaz mı? Bunu araştırmak üzere Arrakis’e gelen Pardot Kynes ve kendi gibi bir gezegen bilimci olan Liet-Kynes, yıllar boyunca Arrakis’i yeşertmek için uğraşmıştır. Bizzat Pardot Kynes tarafından bunun üç yüz elli yıl ila beş yüz yıl arasında süreceği tahmin edilmişti. Bu rakamlar başka insanları sabırsızlıktan delirtecek olsa bile iradeleri çelik gibi olan Fremenler için katlanılacak bir süreydi. Arrakis yeşil bir gezegen olacaktı, bunu onlar göremese de, torunlarının torunları göremese de bir gün mutlaka olacaktı!
Gezegenin ekolojisini düzeltmek isteyen Pardot Kynes, pek tabii önce onun nasıl bu hale geldiğini öğrenmeliydi. Gezegen üzerinde yaptığı araştırmalarda tuz bulan gezegen bilimci bunun bir zamanlar Arrakis’in kum tepelerinde denizler, okyanuslar aktığının fark etmesine yol açtı. Peki, onca su nereye gitmişti?
Bu sorunun yanıtını vermek için birazcık geriye melanj baharatına dönmemiz gerekiyor. Melanj, Arrakis üzerinde yetişen tek şey. Onu bütün gezegenler arasında en önemli gezegen yapacak kadar büyük bir madde. Liet-Kynes’ın son anlarında yaşadığı aydınlanma baharatın doğrudan Dune’un efsanevi kum solucanları ile ilgisi olduğunu gösteriyor. Bu kum solucanları ise suya dokundukları anda zehirlendikleri için bütün gezegenler arasında suyun en az olduğu Arrakis’de yaşıyorlar. Bu yüzden baharat sadece Arrakis’e özel bir ürün haline geliyor.
Pardot Kynes’in yaptığı araştırmalar sırasında kum alabalığı denen, kum solucanının uzaktan bir akrabası ile karşılaşıyor. Bu canlı, bir su havzası ile karşılaştığında suyu kendi bünyesi içerisinde hapsederek büyük kuzenlerinin zehirlenmelerini engelliyor. Böylece kum solucanları huzur içerisinde Arrakis’de yaşıyor ve melanj baharatını üretebiliyorlar. İnsanoğlu ise bu melanj baharatını kullanarak ömürlerini uzatıp, üstün görü güçleri elde ederek lüks içerisinde yaşıyorlar. Yani aslına bakarsanız yine bir azınlığın lüks düşkünlüğü için bir gezegen ölüme mahkûm ediliyor.
Arrakis’in tarihine baktığımızda olanlar bize gösteriyor ki bir zamanlar Arrakis tıpkı bizim dünyamızda olduğu gibi yeşillikler ve mavilikler içinde yüzen yaşanabilir bir dünyaymış. Nasıl ki su yoktan var olmayacağı gibi kum alabalıkları da yoktan var olmamışlar. Onları birisi bu dünyaya özel olarak getirmiş ve bu dünya üzerindeki yaşama müdahale etmiş. Arrakis, kasti olarak bir kum solucanının yaşaması için uygun hale getirilmiş ve melanj üretimi için kurban edilmiş.
“Bundan önce, insanlar ve onların yaptıkları, gezegenlerinin yüzeyinde bir felaket olmuştur. Doğa, felaketleri telafi etmeye, onları gidermeye ya da azaltmaya, kendi yöntemiyle onları sistemin içine dahil etmeye eğilimlidir.”
Evrende hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmazdı. Su vardı, öyleyse hala var olabilirdi. Pardot Kynes gibi bir gezegen bilimci bunu biliyordu ama bunu tek başına başaramazdı. “Çalışan bir gezegen bilimcinin en önemli aracı insanlardır,” dedi , “insanların arasına ekoloji bilgisini ekmelisin. Tamamen yeni bir ekoloji notasyonu yaratmamın nedeni budur.” Böylece ekolojiyi düzeltmenin yolunun, insanı düzeltmekten geçtiğini anlattı. Bu yüzden Fremenleri kullandı.
Fremenler kendilerini rüzgârları yakalamaya, çiy toplamaya ve su biriktirmeye adadı. Yıllar boyunca kaldıkları siyeçlerde Arrakis’de hiçbir zaman görülmemiş büyüklükte sular topladılar ve bunları kendileri için değil gezegenlerini yeniden mavi yeşil bir cennet yapmak için kullandılar. Yüzyıllar sonra gerçekleşecek bir hayal için kendini feda eden ataları gibi onlar da sorgusuz sualsiz kendilerini feda ettiler. Sadece Arrakis’i bir kez daha olması gerektiği gibi görmek için.
Dediğim gibi ne yazık ki insanlar kendi hikâyelerinin üzerinde yoğunlaştıkça üzerinde yaşadıkları dünyayı umursamamaya başlarlar. Oysa bir Dünya olmazsa üzerinde yaşanacak bir hikâye de olmaz. Bazen keşke insanlar sadece kurgusal hikâyelerde üzerinde yaşadıkları gezegenleri yok oluşa sürükleseler de biz de uzak bir hayal gibi dinlesek onları diyorum. Fakat ne yazık ki bütün hikâyeler gibi bunlar da gerçek hayattan esinleniliyor. Hala bir yerlerde sırf azınlık değerli bir maddeye ulaşsın diye milyonların üzerinde yaşadığı toprak parçaları yok olmaya kurban ediliyor.
Dune, tek başına bir gezegenin içerisindeki yaşamın ne gezegene bağlı olarak nasıl değiştiğinin en büyük kanıtı. Frank Herbert, Dune’u yazarken bizlere ‘sağda tepe var, solda çöl’ diye basitçe bir şekilde anlatarak hikâyesinin baş karakteri Pault Atreides’i betimlemeye başlayabilirdi. Ünlü yazar bunun yerine hikâyesinin baş kahramanını bir gezegen yaptı ve yavaş yavaş bu gezegenin diğer karakterler üzerindeki etkisini anlattı. Arrakis sadece kumlardan oluşan bir toprak parçası değildi. Kadim damarlarından yaşam akan canlı bir varlıktı ve kulak kabartsanız neredeyse replikleri olduğunu bile duyabilirdiniz. Fantastik bir evren yaratırken bir dünya işte böyle yaratılırdı.