İnsanların gözünde zor birisindir. Seni tanımak, seninle konuşmak, seni sevmek zordur- çok şey istersin, çok konuşursun ama buna rağmen konuşmayı bilmezsin. Sınırların vardır, birisi damarına bastığında öfkeni kontrol edemezsin. Öfkelenmediysen de konuşamazsın zaten. Gözün dönmeden isteklerini söyleyebileceğin bir iletişim kuramazsın. Aranızdaki “ilişkiden” beklediklerini ve sınırlarını nerede çizdiğini açıkladığın vakit karşındakinin gözlerinde “yanlış bir şey yaptım” endişesini görmekten nefret edersin, özür dilemeden derdini anlatamazsın. İkili ilişkilerde üçüncü birisine danışmadan çok nadir hareket edersin, sürekli pişmanlık duyarsın. Tüm bunlara rağmen açık sözlü olmanın gerekli olduğuna inanırsın. Ama dedim ya, konuşmayı bilmezsin. Açık sözlülük bir hayal olarak kalır. Kafanı boşaltmaya ihtiyacın vardır ama bunları insanların yüzüne karşı yapamazsın işte.
O yüzden yazarsın. Derin bir nefes alıp kalbine saplanan tüm hisleri kelimelere dökmek özgürleştiricidir çünkü. Bir nevi itiraftır, bir nevi günah çıkartmadır. Burada olduğunu evrene haykırmaktır. Bir iz bırakmaktır belki de. Ya da şöyle bak, yazı yazmak seni sen yapan şeyleri kendine itiraf etmektir. Kendini keşfetmektir. “Tanrı olmam -ya da sıradan bir kadın veya erkek- ya da aslında herhangi bir şey olmam mümkün değil. Ben hissettiğim, düşündüğüm ve yaptığım şeyim. Varlığımı yapabildiğim ölçüde etraflıca ifade etmek istiyorum çünkü varlığımı ancak bu şekilde canlı tutabileceğim fikrine kapıldım,” demiş Sylvia Plath. Sen düşündüğün şeysin, bunları sözcüklere dökmeden kendini canlı tutamazsın.
Şiirlerinde, hikâyelerinde yazdığın şeylerden asla haberdar olamayacak insanlardan özür dilersin. Sevdiğini itiraf edersin isim vermeden- bazen isim de verirsin, zaten o kişi senin yazdığın şeyi göremeyecektir, ertesi gün de sayfayı yırtıp atarsın. Acımasızsındır böyle. Bazen yazdıklarından da pişmanlık duyarsın, iki yıl sonra baktığında o gün için sana çok anlamlı görünen kelimeler bir anda ilkokul yıllarında aldığım sözlükten çıkma alelade sözcüklere dönüşmüştür mesela. Acımazsın yazdığın şeye. Çöpe atarsın. Bak, Sylvia Plath yine haklı çıktı.
“Hâlâ küçük bir çocukken, şu andaki hislerimi kağıda dökebilme kabiliyetine sahip olsaydım keşke çünkü büyüdüğümde nasıl yazılacağını bileceğim ancak küçük bir çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutacağım.”
Sylvia Plath, Günlükler
Toplum içindeyken de edebiyat kafanı rahat bırakmıyordur. Jane Austen’dan, Oscar Wilde’dan bahsedersin bol bol. Bir edebiyatçı olarak araştırdığın insanların yaşamlarını örnek almaktan bahsetmiyorum, yazdıkları şeylerden alıntı yapmaktan, sabahın dördünde mesela Dorian Gray’in Portresi’nden rastgele bir sayfa açıp hüngür hüngür ağlamaktan bahsediyorum. Elinde bir kalem ve not defteri olmadan Gurur ve Önyargı okuyamamaktan bahsediyorum.
Bir de şu vardır: okurken çok çok ağır gelir bazı şeyler ama bunu diğerleri anlayamaz. Bir başkası Plath’in Günlükler‘ini sayfalarca bıkmadan okurken sen iki sayfada bir nefesin tıkandığı için, yazdığı kelimeler seni yaraladığı için habire duraklarsın. Bazı yazarlara denk gelirsin, kendilerini öyle güzel ifade ederler ki senin sadece kendine oluyor zannettiğin şeyi aslında yetmiş yıl önce kendi kelimeleriyle yazıya dökmüşlerdir ve senin tecrübeni birebir anlatıyorlardır, bunu neden ben yazmadım diye kızarsın kendine. Belki de düşündüğün kadar anlaşılması zor bir insan değilsindir- sonra seni anlayan yazarlarla asla birebir tanışma fırsatın olmayacağı gerçeği yüzüne çarpar. Charlotte Brontë ile karşılıklı kahve yudumlayamayacağın için üzülürsün, Dante ile Virgil üzerine muhabbet edemeyeceğin için de.
Bunlardan birilerine bahsedince konu Entel Feridun tiplemesine kayar. Gülersin geçersin. Bu muhabbet gece vakti olmaz, gündüz vakti olur. Gece fazla gerçektir çünkü. Geceler senindir, geceler kutsaldır. Geceleri günah çıkartılır genelde, şiirlerle ve denemelerle.
Saatlerce yazdıktan sonra aynadaki yansımanda gözlerinin altındaki koyu tonları fark etmeye başladığında tanıdığın ve sevdiğin diğer yazarların da yenik düştüğü varoluş sancılarına sen de yenik düşersin. Fark edersin ki koskoca yirmi yaşında bir yetişkinsindir artık. On dört yaşındayken gıpta ettiğin, yirmi yaşında başarıya ulaşmış bireyler aklına gelir. Onlar gibi olmana gerek olmadığın kafana nasıl dank eder biliyor musun, Kafka ve Poe’nun ancak ölümünden sonra ünlü olduğunu hatırlayınca. Çok ağır bir gerçektir bu.
Değiştiğini kabullendin ama hâlâ değişiyor olduğunu kabullenmek istemezsin. Yirmi yaşındasın, yetişkinsin ve düşüncelerinin sürekli yeniden şekil aldığını kabul etmek demek hâlâ kişiliğin oturmamış gibi hissettiğini de kabul etmek demek. Bu düşünce seni korkutur ama seni daha çok korkutan şey bunun düşüncesi değildir, gerçekliğidir: dün hoşuna gitmeyen bir olay hakkında bugün farklı düşünmendir. Tam da bu sebepten insanların sana garip baktığını düşünürsnü zira daha geçen gün çocuğun yüzüne bağırmıştın “şunu yapma” diye ve şimdi o şeyi sen kendin yapıyorsun, bu adil mi gerçekten? Tam da bu yüzden suçlu hissedersin.
Sonra bir geçmişe bakarsın ve hayatının son beş yılını hatırlamadığını fark edersin. Anılar yoktur, sadece duygusal kırıntılar vardır orada burada. Birisi sana on altı yaşında hayatının nasıl olduğunu sorduğunda donar kalırsın. Son baktığında on dört yaşındaydın, artık değilsin. Kilon değişti. Boyun uzadı. Huyların değişti. Arkadaşlıkların değişti, köprüler yaktın. Sadece bunlar ne zaman oldu bilmiyorsun. Bunlardan nasıl bahsedeceğini, kime bahsedeceğini de bilmiyorsun. O yüzden bunları da yazarsın.
Gece yazı yazmaya oturduğunda yine suçlu hissedersin çünkü insanların senden neler beklediğinin farkında değilsin ve bu belirsizlik o beklentiyi karşılayıp karşılamadığın konusunda da bir belirsizlik doğuruyor- kontrolün sende olmaması seni korkutuyor. Özür dilemeden derdini anlatamıyorsun. İnsanlar seninle konuşurken rahat olsunlar istiyorsun, akabinde onları sınırladığın için pişmanlık duyuyorsun. Ama sonra da sınırlarının aşılmasını istememenin en doğal hakkın olduğunu düşünüp kendini rahatlatmaya çalışıyorsun. Fayda etmiyor. Yine başa döndük.
Neyse işte, günün sonunda tek istediğin şey evde kahve tozunun üzerine kaynar sütü döküp insanlardan soyutlanmak. Onu da yazarak yapıyorsun. Bir şeyler yazmadan duramıyorsun. Hislerini, anılarını, seni yiyip bitiren her şeyi yazıya döküyorsun. Böyle iyi hissediyorsun çünkü. Başka türlü yaşanır mı?
“Bütün çaresizliğimle, ideallerimle, her şeyimle- hayatı seviyorum. Ama bu çok zor ve öğreneceğim daha çok, çok şey var. Galiba zaman zaman deliriyorum.”
Sylvia Plath, Günlükler
4 Comments
en iyi yazınız umarım diğer yazılarınız da bu seviyede olur
Çok etkileyiciydi bir solukta okudum. Bunun üzerine bir şeyler yazmak istedim…
Yazınızı okurken aklıma Ahmet Erhan’ın en sevdiğim şiirinin kesiti geldi: “Bugün oturdum ölümü düşündüm. Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken.”
Güzel ve etkileyici bir yazı olmuş ama psikolojik sorunları yüzünden intihar etmiş bir kadını yapabildiği edebiyat üzerinden güzellemek ne kadar sağlıklı emin değilim. Her ne kadar yazıları içimizde bir şeyleri sızlatsa da Sylvia Plath hasta bir kadındı ve bence onu bu kadar popüler yapan da bu hastalığıydı (bkz Tezer Özlü). Günümüz gençlerinin bipolar gibi hastalıkları “cool” zannetmelerinin başlıca sebebi zaten bu tür yazarların gereksizce fazla bir şekilde övülmeleri. Daha iyi edebiyat yapan kuşkusuz birçok isim varken Syliva Plath’ın onların önüne geçmesinin tek sebebi hasta olması ve intihar etmesi ki bu bence haksızlık. Kelimelerini iyi seçip duygularını iyi aktararak insanları umutsuzluğa düşürmekten başka bir meziyeti olduğunu düşünmüyorum.