Yolda yürüyorsunuz. Her zamanki güzergâhınızı her zamanki saatte kat ettiğiniz her zamanki varış noktasına ulaşacağınız bir yolculuk bu. İşe gidiyor olabilirsiniz, okula gidiyor olabilirsiniz, kimsenin tahmin edemeyeceği başka bir rutininiz de olabilir. (İşte bu nokta biraz can alıcı. Ya da birazdan havalı olacak.) Siz, sizinle aynı kaldırımda karşıdan gelen kişiye yol vermek için kenara çekiliyorsunuz. O da aksi tarafa çekiliyor, telefonla konuşurken yanınızdan geçip gidiyor. Siz ilerlemeye devam ederken aklınızda konuşmanın kulak misafiri olduğunuz bölük pörçük kısmı yankılanmaya devam ediyor. Ne yanınızdan geçen kişinin farklı ya da ilgi çekici bir özelliği olduğundan değil. Sürdürdüğü konuşma akılda kalıcı ya da merak uyandırıcı bir taraf barındırdığından da değil. Aksiyon filmi yok, fantastik bir rastlantı yok. Elimizdeki tek şey inanılmaz sıkıcı derecede sıradan bir olay ve insan beyninin asla algılayamadığımız bir şekilde, bininci defasında belki de, aynı şeye, bambaşka bir tepki ile çıkagelmesi var.

Telefon görüşmesi eve satın alınan mobilyadan, çıkılacak yıllık izinden, tesisatçıya ödenen paradan, vergi borcundan, vizyona giren filmden bahsediyor olabilir. Ancak tanıdık tüm bu eylemlerin üstüne bir tür şifre konmuştur. Çünkü hiç tanımadığımız bir Ali’den, asla çözemeyeceğimiz bir “bizim bura”dan ya da hiç görmediğimiz bir teyzeden bahsediyordur.

Hayatımız boyunca defalarca böyle tür davetsiz misafirlikler yaparız, kısacık bir cümle duyarız ve elbette bunların hepsi iç dünyamızda bir değişim yaratmaz. Yaratması da beklenmez zaten. Ama işte o garip “şifre sistemi” bazen kaşları çattırır. Bazen, eğer biraz da somurtma günümüzdeysek, can sıkıcı bir farkındalık yaşarız. Aslında zaten halihazırda bilmediğimiz bir şey değildir ama belki de asla tam olarak kavrayamadığımız bir şeydir. İçselleştiremediğimiz, bir ihtimal. Yanınızdan geçen kişi de sizin kadar karmaşık, sizinki kadar keskindir. Onun da en az sizinki kadar bir hayatı vardır.

Herkesin ayakkabısını önce giymeyi tercih ettiği bir ayağı, kitaplığın en üst rafına koymayı tercih ettiği bir kitap seti, şifonyerin ikinci çekmecesine koyduğu kumanda pilleri vardır, mesela. Akıllarının bir köşesine kaydettikleri bir kuru pilavcı ve ararsa açmadığı spam numarası zihinlerinin bir köşesine kayıtlıdır. Küçük şeyler. Çok, çok küçük, zerre kadar anlamı olmayan ve dünyalar kadar anlamı olan şeyler. Yirmi iki bin altı yüz otuz sekiz farklı detay bir araya gelmeden hiçbir şey ifade etmeyen detaylar. Örümcek ağlarının köşelerine örülmüş örümcek ağları, koca koca tesadüfler zincirlerinin aslında bir anahtarlık zinciri kadar etmesi. O anahtarlık hangi yılda hangi festivalde hediye edilmiş, kim bilir? Ama işte, o kaldırımdan geçiyorsunuz, bir hayatın ufak bir detayına kulak misafiri oldunuz ve o detaylar o kadar fazla, o detaylar o kadar küçük ki, panikliyorsunuz.

Küçüksünüz. Önem denilen şey görecelidir ama… Belki önemsizsinizdir de. Dünyayı değiştiremeyeceksiniz, daha kötüsü, en kötüsü, dünyayı tadamayacaksınız bile. İstediğiniz kadar koşun, istediğiniz uzay aracına binin, eninde sonunda… Eninde sonunda iğne deliğinden bakıyorsunuz dünyaya. Deneyimleyecekleriniz, deneyimlenebilecekler arasında gülünmeyi bile hak etmiyor.

Çölde kum tanesi ve denizde su damlası, aslında, bir insanı anlatmak için muazzam abartılı kalıplarmış, onu fark ediyorsunuz tüm benliğinizle.

Sitemizin bilgece bir sloganı var: Panik yok. Çünkü ne büyük olmanız gerekiyor, ne de her şeyi tatmanız. Bizim şimdi ki konumuz ise, bu hissiyatı nasıl açıklayabileceğinizde esasında. Ya da açıklamaya gerek olup olmadığında.

Şaşıracaksınız, bu kadar spesifik ve aynı zamanda bu kadar evrensel, anlık bir duygu için bir kelime var. Uydurma bir kelime diyelim. Aslında tüm kelimeler uydurmadır da, yeni olduğu için garipsenecek bir kelime bu. Sonder. Kelimeyi bulan kişi John Koenig. Dictionary of Obscure Sorrows adlı çalışması altında bir sürü yeni kelime türetmiş.

Aslında yeni kelime türetmek işi mizahla bağlantılı değil mi? Çok özel, belirgin durumlar için kelime türetmek insanın suratında bir gülümse oluşmasına sebep oluyor. Şu güzel yazıda da göreceğiniz üzere, eğer “Paltonuzun, otobüste yanınıza oturan insanın altında kalması için tasarlanmış kısmı: Moffat.” der ise Douglas Adams, güleriz çünkü. Ama bu sefer güldürmekten çok huzursuzlukla dudak büktürüyor.

Düşünüyorum, böyle duyguları da gün gelecek kullanacak mıyız günlük hayatımızda? Durum güncellemesi olarak “Sonder hissediyor.” yazacak mıyız? Burası belirsiz. Ama zaten sözlük de belli belirsiz hüzünler içindi, değil mi?

Daha da çok düşünüyorum, belki de o kadar belirsiz değil. Çünkü, diyorum, “olağan akış”ta genelde buna bir isim konmuyor. Şahsen diyorum tabii, olağan akışta, tüm bu hisler tek bir kelimeye sığdırılmıyor. Sonder kelimesi kendinden taşan bir kelime, bana sorarsanız. Olağan akışta ne bu kelime bulunuluyor ne kullanılıyor, kullanılsa unutuluyor, unutulmasa yapmacık geliyor. Durum güncellememize sonder yazamayız, hayır. Hiç sanmıyorum.

Çünkü olağan akışta sonder için roman yazılıyor. Sonder, kelimelerle çok iyi dostluk kurmuş bir yazarın asla adını koymayacağı ama üzerine sayfalarca kelime zincirleyeceği bir şey. İsmini koymayacak. Öz yazmak bir erdemdir ama tek kelimeler de indirgemecidir. Bu duyguları koca koca paragraflardan, paragrafların dibindeki yazarın dilinden, karakterin fikrinden çıkarırız muhtemelen. Başka yazarların aynı şeyi yazışında, başka karakterlerin aynı şeyi yaşayışında görürüz. Farklı sınıf kağıtlarda koklarız, başka tür huzursuzlukları bambaşka huzursuzlardan okuruz. İsim koyamayız. Ama o kitabı alıp kitaplığımızın önemli bir köşesine koyabiliriz.

Sonuçta ise, bir yerlerde, bu “muğlak hüzünler”den muzdarip olan, muzdaripliğini anlatan başkaları var; yüzyıllar önce aynı hayal kırıklıklarının yaşandığını, sonra oturulup yazıldığını, hem de çok güzel yazıldığını bilmek ise insanın paha biçemeyeceği bir avuntu.

İsterse “sonder” olsun, isterse “agnothesia”, isterse “altschmerz”, isterse bir internet projesi üzerine adı konulmuş bambaşka bir duygu. İsterse Raskolnikov olsun, isterse kâtip Bartleby, isterse mektup bekleyen bir albay, isterse yaver Mehmet Ali Bey, isterse Zorba… Ve onların adı konmamış duyguları.

Bundan daha daha avutucu ne var?

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.