Amerikan sineması, Amerikan kültürünün diğer pek çok kanadı gibi sistematiği dibine kadar çözülmüş olduğu için sıkıcı gelir insanlara. Ben bu düşünce yapısına pek ait hissetmem kendimi genelde. İnsanların tekrarcı ve klişe gördüğü şeyler, bana genelde efektif ve üretken gelir. Çok sevdiğiniz bir yemeği yemek için bir restorana gittiğinizde, her seferinde aynı lezzette alabileceğinizi düşünün. Senede bir iki kez o restorana gitseniz, o restoranın o lezzet seviyesini muhafaza etmesini beklemez misiniz?
İşte Hollywood da öyle. Bazı yemekleri spesifik olarak belirli bir lezzette çekiyor. Özellikle bu filmler iki dönemde iyice ortaya çıkıyorlar, biri yazın büyük gişe filmleri boy gösterince, bir de sonbaharda ödül sezonu yaklaştıkça. Gifted ikinci kategoriye dahil bir film. Belli ki çekimi, çekilişi kaliteli. Arkasında sağlam bir el, yani Marc Webb var. Tüm doğruları yapıp, üzerine düşen görevi başarıyla ifa edecek bir film gibi duruyor fragmanı. Bakın, izleyin, siz de aynı kanaate varacaksınız.
Yalnız şöyle bir sorun var, film aynı zamanda dev klişe. İşte dahi bir çocuk var, dayısına emanet kalmış, dehası keşfediliyor ve işin içerisine kızın ninesi girince, taraflar belirleniyor. Bir tarafta halktan, sevecen, hepimizden biri olan ve “çocuk normal büyüsün bırak” bayrağıyla koşan dayı; öteki tarafta da zengin, duygusuz, soğuk nevale “çocuk en iyi okullarda okuyacak” tarzı nine. Yeşilçam da herhalde üç tane falan çekti bunlardan. Hatta dünya sinemasının her köşesinde bir adet vardır bu filmden.
Ama işte, yani, ne yemek çıkacağı belli ve gidip gerçekten o lezzeti seviyorsanız afiyetle yersiniz ya. Bu da öyle. Füzyon mutfak değil, deneysel değil; olması da gerekmiyor. Bu bir makarna, baya lezzetli, pesto’su falan epey şık yapılmış, tuzu çok yerinde bir makarna. Sanıyorum ben bir tabak alacağım vakti geldiğince. Hem aramızda kalsın, Chris Evans’ı Cap dışı rollerde görmek de fena eğlenceli geliyor. Siz ne diyorsunuz? Yorumları alalım?