Bu yazıda yer alan kişi, kurum ve kuruluşlar tamamen hayal ürünüdür.
Konu ne olursa olsun bir şeyin doğrusu, oluru, olması gerekeni konuşulduğu zaman işlerin dönüp dolaşıp geldiği kavramlardan biri hep “adalet” olmuştur. Bazen bir ihtiyacın karşılığı oluyor; yokluğundan veya var oluşunun olmaması gereken bir şekilde gerçekleştiğinden şikâyet ediyoruz. Bazen bir talep oluyor; hayatımıza etki etmeye muktedir insanlar tarafından karşılanmasını bekliyoruz. Bazen bir duygu oluyor; tecrübe ettiğimiz şeylere karşı duruşumuzu veya yapacak olduklarımızı şekillendiriyor. Bazen de bir yük oluyor, gerçekleşmediği herhangi bir anda kalbimize yükleniveriyor. Şu an okumakta olduğunuz bağlamda ise adalet, yeni yazı serimizin ana temasını oluşturuyor.
Söylendiğinde hukuk, kanun ve buna benzer diğer kavramlar dururken ilk aklımıza gelen şey olmaz belki ama adalet kavramının, vicdan kavramı ile koparılamayacak kadar güçlü bağları var. Adaleti sağlamakla yükümlü olan kimseler için de bu böyle, adaletin tecelli etmesini umanlar için de. Bir de adaleti bozanlar var -ki bazen onların adını anmak bile istemeyiz ama onlar için de bu aynı şekildedir. İşin içine vicdan girdiği zaman, peşinde merhamet ve şefkat gibi birtakım duygular da geliyor. İşte bu, yazı serimizin ilk yazısında işin konuşmak istediğim ilk kısmı.
Victor Hugo’nun Sefiller’ini bilirsiniz. Sefiller, pek çok açıdan olduğu gibi adalet ve merhamet arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından da önemli bir eser. Haydi, bana katılın, bu eserin ışığında biraz adaletten ve merhametten bahsedelim ve hep birlikte “Adalet, merhamet midir?” sorusunun cevabını bulmaya çalışalım.
Sefiller
Romanın baş kahramanı Jean Valjean, kız kardeşinin çocuğunu açlıktan kurtarabilmek için bir somun ekmek çalıyor. Yakalanan Jean Valjean, dönemin yasaları gereği suçunun karşılığı olarak beş yıl kürek çekme cezasına çarptırılıyor. Tam da burada, yani henüz daha başlarındayken, neden bu romanın hayatımız için bu kadar önemli bir eser olduğuna dair çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Çünkü illa romanın yazıldığı dönemlere veya anlattığı coğrafyaya gitmemize gerek yok. Şu an bile birkaç ay şöyle bir haberleri takip etsek buna benzer çok fazla şeyle karşılaşıyoruz. Mesela bebeği açlıktan ölmesin diye süt çalan anneler veya canı çektiği ama parası olmadığı için baklava çalan çocuklar…
Jean Valjean, ceza süresinin dolmasını beklemeden kaçmaya teşebbüs eder ve başarılı olamaz. Bunun üzerine, yine zamanın yasaları gereği, Valjean’ın beş yıllık cezası on dokuz yıla çıkartılır. On dokuz yıllık mahkûmiyeti sona erdikten sonra kaldığı yerden hayatına devam etmek veya yeni bir hayat kurmak ister ancak on dokuz yıl mahkûmiyet almış bir eski suçlu için bu çok mümkün bir şey değildir. Toplum tarafından dışlanır, yabancılık çeker. İş arar, kimse ona iş vermez. Parasız olduğu için ne açlığını giderecek bir parça ekmek bulabilir ne de soğuk günlerde sığınabilecek bir çatı. İşte tam bu noktada, yine hayatımızla paralellik kurabiliyoruz.
Suç işleyenlerin, cezalarını çektikten sonra yaşadıkları zorluklar bugün için de pek çok bağlamda tartışılmaktadır. Nitekim tıpkı romandaki gibi çoğu durumda insanların siciline işleyen bu suçlar, her ne kadar karşılığınca bir ceza çekilmiş olunsa da kişilerin peşini bırakmaz. Başka bir ifadeyle toplum, onların cezalarını çekmiş oldukları gerçeğini kabul etmekte zorlanır.
Kahramanımızın mahkûmiyet altında geçirdiği uzun seneler ve sonrasında yaşamına devam etmek konusunda çektiği zorluklar onu olduğundan daha farklı bir insan hâline getirmiştir. Bir gün yolu, bir piskoposla kesişir. Piskopos, onu bir mahkûm olarak değerlendirmez ve bir din adamı olarak kapısının herkese açık olduğunu belirtip ona yatacak bir yatak ve sıcak bir yemek verir. Ancak Jean Valjean, adım çıkmış dokuza, inmez artık sekize diyerek, herhangi bir insan gibi minnet duygusuyla yaklaşamaz olaylara ve bu iyi adamın sorumluluğu altındaki gümüşleri çalar. Tarih kendisini tekrar eder ve Valjean yine yakalanır. Bu noktada olaylar bir dönüşüm yaşamaya başlar. Çünkü piskopos, Valjean’a ikinci kez merhamet gösterir ve polislere, şamdanları kendisinin verdiğini söyler.
Tekrar mahkûm olmaktan kurtulan Valjean, Piskopos’a minnet duymaya başlar. Piskopos ona şamdanların kendisinde kalabileceğini ancak onları namuslu bir iş kurmak için kullanması gerektiğini söyler. Valjean, kendisine bir kez, hiç kimse yapmazken yardım eden; bir kez de iyi niyetini suistimal etmiş olmasına rağmen merhamet gösteren bu adamı dinler. Hayatını iyi, dürüst ve namuslu biri olarak sürdürmeye karar verir.
Aradan yıllar geçer; Valjean farklı bir kimlik altında tüccarlığa başlamış, çok çalışmış, başarılı ve zengin bir kişi olmuştur. Bununla da kalmamış, kasabanın en çok sevilen ve yardımseverliğiyle tanınan bir üyesi hâline gelmiştir. Vasıflarından ötürü bulunduğu yere yönetici olarak bile seçilmiştir. Ancak geçmişi, peşini tamamen bırakmaz. Adalete olan sarsılmaz inancıyla karşımıza çıkartılan Polis Şefi Javert, onun gerçek kimliğinden şüphelenmektedir. Ancak Valjean yöneticidir ve insanlar ona karşı sevgi ve saygı beslemektedirler. Bu yüzden Javert, Valjaen’ın kimliğini açık edemez.
Valjean’ın hayatı, Fantine isimli bir kadınla tanıştıktan sonra tekrar sarpa sarmaya başlar. Fantine’in, babası olmayan bir kızı vardır ve çok fakirdir. Hem fakirliği hem de dönemin ahlak kaidelerine uymayan bir birliktelik yaşaması, bu birlikteliğin sonucu olarak bir de çocuğu olması sebebiyle zor zamanlar geçirmektedir. Çocuğunu doyurabilmek için, ahlak kuralları sebep gösterilerek dışlanan bu kadın, bir başka hoş karşılanmayan ahlaki duruma zorlanmış; hayat kadınlığı yapmayı göze almak durumunda kalmıştır. Valjean, bir kez bu kadına hiç kimse yapmazken yardım eder; bir kez de Fantine’in ölümünden sonra kızı Cosette’i sahiplenmeye söz vererek merhamet gösterir. Tekrarlayan temaları burada rahatlıkla görebilmekteyiz.
Jean Valjean, merhametiyle Cosette’i sahiplenir. İkisi yaşantısını sürdürürken, kendisine çok benzeyen başka bir adam tutuklanır. Bu adamın Jean Valjean olduğu söylenmektedir. Dürüst bir insan olmaya karar vermiş olan Valjean’ın vicdanı bu duruma elvermez ve kendi kimliğini açıklar. Bu sefer ömür boyu kürek çekme cezasına çarptırılacaktır. Ancak, sözünün eri olması, Fantine’e verdiği sözü tutmak zorunda olduğu anlamına gelir ve Valjean bir kez daha kaçar. Bu seferki kaçışının temelinde ise Cosette’e sahip çıkabilmek yatmaktadır. Yeni bir hayata başlasa da Polis Şefi Javert, kendince sürdürdüğü adalet arayışına devam etmekte ve hâlâ onun izini sürmektedir.
Valjean’ın yeni bir hayata tekrardan baştan başlama teşebbüsü, bu sefer o meşhur İhtilal ile bozulur. Javert, devletin kuvveti olarak ihtilalin bir tarafında, Valjean ise diğer tarafındadır. Olaylar öyle bir gelişir ki, Valjaen’ın eline, yıllardır kendisinin peşinde olan, kimliğini açıklama arzusuyla yanıp tutuşan ve bizzat mahkûmluğa dönmesi için elinden geleni ardına koymayacak olan Javert’i öldürme fırsatı çıkar. Ancak Valjean, merhameti öğrenmiştir ve Javert’i öldürmekten vazgeçer.
Tarih, bu noktada kendini ikinci kez tekrar eder. Valjean’ın artık kızı gibi sahiplendiği Cosette’in âşık olduğu bir genç adam, olaylar sırasında yaralanmıştır ve bu adamın tek kurtuluş yolu ise Javert’in bizzat önünden geçmektir. Valjean, Javert ile bir kez daha yüz yüze gelir ve kendilerini bu noktadan öteye geçirmesini ister. Bu sefer merhamet gösterme sırası Javert’e gelir ve onların geçmesine izin verir. Ancak ömrü boyunca yıkılmayacağına inandığı adalet ilkeleri, Valjean’ın merhameti sebebiyle darmadağın olmuştur. Bunu kaldıramaz ve intihar eder.
Roman burada bitmez elbette, daha gidilecek yol vardır ancak bu yazı için üzerine konuşacağımız kısım burada sona eriyor. Upuzun bir klasiği, olabildiğince özetleyerek adalet ve merhamet üzerinden okumaya çalıştım. Şimdi de bağlayalım konumuzu ne dersiniz?
Adalet vs. Merhamet
Bir ülkenin yasaları, olabildiğince evrensel olarak düzenlenmeli ve o yasaların muhatabı olan her bireyi de aynı şekilde etkilemelidir. Adalet söz konusu olduğunda bunları söyleriz, herkes kanun önünde eşit olmalıdır, oluru, gerekeni, isteneni budur. Ancak suç işleyen insanlar, belirli koşullar altında, kendilerini cezalandırmakla yükümlü olan kimselerden merhamet göstermesini beklerler. Valjean’ın durumunda işlenilen suç hırsızlıktır. Konusunu suç teşkil eden bir şeydir hırsızlık, dolayısıyla hırsızlığa karşılık olarak yasada belirlenmiş olan ceza, suçu işleyen kim olursa olsun aynı şekilde uygulanmalıdır. Buradan bakıldığında, iki artı iki eşittir dört gibi bir şeyden bahsediyoruz değil mi? Hâlbuki gerçek hayat pratikleri söz konusu olduğunda durum bu kadar bariz olmuyor.
Şöyle ki, birkaç çocuğun çaldığı bir tepsi baklava veya bir annenin çocuğunu beslemek için çaresizlik içerisinde el uzattığı süt söz konusu olduğunda, iki artı iki eşittir dört diyemiyoruz. Olayı duyan veya olaya şahit olan insanlar olarak kalbimize bir yük biniyor. Değeri karşılığında, kanun koyucudan merhamet göstermesini bekliyoruz. İşin içine merhamet girince, vicdan devreye sokuluyor. Ve yazının girişinde söylediğimiz gibi dünya üzerindeki hiçbir suçlu, hiçbir suç kurbanı ve hiçbir kanun koyucu bu duyguyu yok saymakla yükümlü değil. Bu yüzdendir ki hemen her medeni devletin ceza hukukunda hafifletici sebepler ve zaman zaman çokça tartışılan iyi hâl indirimleri yer alır.
Peki, şu cümleyi ne yapacağız: Kanun, kimseye özel olarak yazılamaz ve adalet herkes için aynı işlemelidir. Biraz da burayı deşerek yazıyı bitirmek istiyorum.
İçinde bulunduğumuz güzide ülkemizin yasaları diyor ki; bir hak, iyi niyetle kullanıldığı sürece korunmaya lâyıktır. Yani ortada iyi niyet yoksa kişi haklı olsa bile onun hakkı korunmaz. Biraz daha açıklayalım mı? Bir genç adam düşünelim, yirmili yaşlarında, güçlü ve kuvvetli olsun. Bu genç adam, yetmiş yaşlarında elinde bastonuyla güç bela yürüyebilen bir adamla tartışmaya giriyor. Yaşlı adam, genç adamı tehdit ediyor, hakaret ediyor. Olayın neticesinde ise genç adam, yaşlı adamı yaralıyor. Şu hâlde ortada ne kadar tahrik unsuru olursa olsun, olay mahkemeye taşındığında genç adam haksız çıkabilir. Çünkü eğer cidden ortada bıçak, silah vb. büyük tehdit unsurları yoksa genç adamın iyi niyet göstermesi ve gözle görülebilecek şekilde alt edebileceği bu yaşlı adamı yaralamaktan kaçınması gerekirdi. Adamı etkisiz hâle getirebilirdi, yolunu değiştirebilirdi, koşarak uzaklaşabilirdi veya gücünün yettiği diğer pek çok durumdan birini kullanabilirdi.
Bilir misiniz bilmiyorum ama Döviz Bürosu gibi bazı yerler, kanunca belirlenmiş olan çalışma saatleri dışında soyulurlarsa polis bunlara müdahale etmeyi öncelik olarak görmez yahut onların zararı karşılanmaz. Çünkü benzer her işletmenin uymakla yükümlü olduğu belirlenmiş saatlerin dışında iş yapmak, iyi niyetli bir davranış değildir. Ya herkes kapalıyken daha fazla kazanayım diye düşünmüşsündür ya da cidden yasal olmayan işler çeviriyorsundur. İyi niyetten bahsederken, anlamamız gereken de tam böyle bir şey işte.
Kanun kimseye özel olarak yazılamaz ve adalet herkes için aynı şekilde işlemelidir ama bir hak ancak iyi niyetle kullanıldığı sürece korunmaya lâyıktır. Valjean bir somun ekmeği çaldı. Valjean hırsızlık yaptı. Hırsızlık bir suçtur ve cezalandırılması gerekir. Verilecek ceza, herkes gibi Valjean’a da aynı şekilde işletilmelidir. Valjean’ın, ekmeği çalmaktaki niyetinin olabildiğince iyi olduğunu biliyoruz. Peki, sizce ekmek fırının sahibi, malı gasp edildiği için haklı olsa bile, zararının boyutuna bakıp cevap verirsek, iyi niyetli midir? Bu durumda hangisinin hakkı korunmalıdır?
Bir diğer mesele ise cezaların, sadece insanı cezalandırmaya yönelik olmaması gerektiğiyle ilgili sanırım. Kanunu koyan kişi ya da kurum, suçluyu hayata kazandırmak için uğraşmalıdır. Aksi takdirde ister Sefiller üzerinden bakalım, istersek kendi gördüklerimizden hareket edelim; suçlu cezasını çektikten sonra toplumdan dışlanıyor, soyutlanıyor ve sonuç olarak çoğunlukla aynı suçları tekrar işlemeye zorlanıyor. Tıpkı Jean Valjean’a verilen cezanın onu kötü yönde etkilemesi gibi.
Onun hayatını iyi yönde değiştiren şey, suçunun cezasını çekmesi değil, piskoposun gösterdiği merhamet oluyor. Piskopos, tıpkı ekmek fırının sahibi gibi malı gasp edildiği için haklı konumda. Ancak zararının boyutunu gözeterek iyi niyetli davranıyor, Valjean’ı hayata kazandırmaya çalışıyor ve ona merhamet gösteriyor. Bunun karşılığı olarak Jean Valjean, adaletin tecellisiyle bulamadığı adaleti hissediyor ve iyi bir insan olmayı öğreniyor. Merhamet göstermeyi öğrenen Jean Valjean, karşısına çıkan kanun koyuculara da merhamet etmeyi öğretiyor. Romanda adaletin uygulayıcı olan Javert, merhametle karşılaştığında ise bunu kaldıramıyor. Adalet ve merhametin aynı şey olmadığı böylece gözler önüne seriliyor.
Suçu oluşturan her olayın oluş biçimi ve oluş şartları farklıdır. Her zaman Sefiller’deki gibi iyi niyetle işlenen suçlar olmaz. Bu yüzden de adalet ve merhamet aynı şey olmamalıdır zaten. Ama Sefiller’den yola çıktığımızda şunu söyleyebiliriz sanırım; adalet, merhametli olmalıdır.