Zaman içerisinde her dizide tüm kamuoyunun dayanılmaz bir nefretle izlediği karakterler olmuştur. Breaking Bad‘de Skyler, 24‘ten Kim Bauer, Saved by the Bell‘den Screech… Dürüst olmak gerekirse, kendimi hiçbir zaman bu karakterlere karşı kaynayan bir öfke hissederken bulmadım. Bilakis, kendilerinin temsili figürlerini meydanlarda yakanlara da garip bir gözle bakmıştım hep. Şimdi burada, gıyabında “ne bu nefret arkadaş?” diyerek harcadığım tüm dostlarımdan özür diliyorum. Bir dizi karakterine gıcıklık, ne menem bir belaymış, şu yaşımda Lincoln sayesinde öğrendim…
Resimden sonra başınıza ne gelecek biliyorsunuz.
Bölüm aşağı yukarı üç mesele üzerine kuruluydu: Lincoln, Hunter ve May‘in gizli Ward avı ve Simmons’ın rehabilitasyonu. Baştan söyleyeyim, bu üç konu ile ilgili de tatmin edici ve aynı zamanda etkileyici adımlar atılmadı. Assolistimize gelmeden önce, diğerlerini aradan çıkartalım. Simmons‘ın dönüşünden sonra, dizinin karakterin kafasal olarak rehabilitasyona ciddi bir mesai ayıracağı zaten dünden belliydi. Öyle de oldu. Bu noktada yazarların yaptığı en hayırlı şey; bunu hem Mockingbird‘in fiziksel terapisine, hem de Fitz‘in vakti zamanında yaşadığı zihinsel iyileşmeye paralel çekmeleri oldu.
Ama onun haricinde, Simmons’ın yaşadıkları yeterli vuruculukta verilemedi bana soracak olursanız. Ani seslere verilen birkaç tepki, sonda dökülen birkaç gözyaşı ve mecburi olarak plana eklenen bir iki “aniden irkilme” çekimi haricinde gerçekten aylarca başka bir gezegende kalmanın etkilerini pek hissedemedik karakterde. Yalnız, Simmons ile ikisini tekrar beraber görmek iyiydi. Dizi bu bağlamda, ikilinin geçen sezonu da Fitz’in akıl sağlığı sebebiyle çoklukla ayrı geçirmiş olmasını çok ustaca kullandı. Bir anlamda şunun altını çizdi yazar ekibi: Geçen sezon Fitz hasarlı, Simmons ise normaldi. Aynı çizgide buluşamadılar. Ama bu sefer, o restoran masasında, bir şarabın karşısında ağlayan o iki kişi, ortak bir “kırıklık” zemini de paylaşıyorlardı.
Yalnız işte, Simmons’ın hissiyatları biraz daha iyi verilebilseydi; belki Mockingbird ile olan diyaloglarının altı biraz daha derineştirilebilseydi; o son ağlama sahnesi bizim için çok daha nihai bir his yaratabilirdi. Olmadı. Dizi Simmons ile ilgili vurucu bir etki yaratma hakkını, finalde “Geri dönmeliyiz” lafıyla kullandı. Açıkçası bu laf, bana direkt olarak Lost’un o meşhur sezon finalini hatırlattı. Yapımcıların niyeti bu muydu bilmiyorum, ama ortaya çıkartılması beklenen şok hissinin aşağı yukarı aynı olduğunu görmek mümkün.
Yalnız bu şok hissini yaşadığımızı söylersek de yalan olur. Evet, Simmons’ın bir anda öyle çıkması dumur ediciydi gerçekten de; yalnız -yine biraz acelecilik var ama- onu kurtarmak için çok aşırı bir vakit harcamadığımızdan, daha doğrusu harcanan vakti görmediğimizden, şoke edici viraj çok da yerimizden sarsmadı bizi. Bu kartı Simmons’ı bir iki bölüm daha rehabilitasyon sürecinde gösterdikten sonra oynasalar, çok daha can evimizden vurulmuşa dönebilirdik.
Öte yandan da May ve Hunter panpalığı gayet durağandı. Hunter’ı oynayan Nick Blood‘ın gerçekten komediye yatkın bir karakter olduğu çok belli, adam kendiliğinden Guy Ritchie karakteri gibi olduğundan; bu bölümde onu yerleştirdikleri o pozisyonda da baya parladı. Yalnız Ming-Na Wen ısrarla kendisine ilk sezonda hasta olma sebeplerimizin metnin ona bıraktığı alanın kısıtlılığı olduğunu ispatlamaya devam ediyor. Hunter’ın suç ortağı olarak rol kestiği yerlerde ne kadar inandırıcılıktan uzaksa, tecavüzcü sapıkları pataklarken de o kadar tatmin ediciydi. Bu kadını nasıl kullanacağını iyice çözmesi gerekiyor SHIELD’ın. Gizli görev, rol kesme falan bir gömlek yukarıda diye endişeleniyorum, onun yerine donuk bakıp tekme atmak, Wen için çok daha kolay gibi geliyor.
Ama… Ya bakın, biraz huysuzluk yaptığımı biliyorum. Aslında yukarıda saydığım çoğu şey, belirttiğim sebeplere rağmen az çok işlediler bölüm içerisinde. Sorun, bunlardan arta kalan tüm vakti dizinin hiçbir yere varmayan saçma sapan bir Lincoln hikayesine harcaması oldu. Artık resmen yakamı silkmeme sebep olan süper kahraman buhranlarının en kötüsünü, yani “ben sadece normal bir hayat istiyorum” tipi Spider-Man efkarının derinlerinde olan Lincoln, A noktasından B noktasına kaçtı, B noktasında şişman arkadaşıyla önce dertleşti, sonra kalp krizi geçirmesine sebep oldu, C noktasına geçti, Skye ile öpüştü, sonra da yere elektrik bandırıp çekti gitti.
Biz bunun sonunda Lincoln’ün The CW dizisi ayarındaki suretine yirmi dakika katlanmak haricinde hiçbir şey elde etmedik. Coulson ve Rosalind‘in muhabbetleri, ilk bölümde olduğu gibi burada da çok keyifliydi. Clark Gregg ve Constance Zimmer karşılıklı çok iyi bir frekansta duruyorlar, bu da belli. Sonunda Coulson’ın “lan iki buçuk senedir otorite kavgası veriyorum, yeter” atarı da çok makul, üstelik de zekiceydi. Ama bunlar işin içerisine Lincoln karıştırılmadan da yapılabilirdi. Sarışın yakışıklımız, malumun ilanını verip, Skye’a olan ilgisini onaylamak haricinde öyküye hiçbir elle tutulur katkı yapmadı bu bölüm. Bir de üzerine gerçekten afakanlar basma noktasında tiksindiğim “Allah kahretsin, ben etrafa elektrik saçan bir süper kahraman olmak istemiyordum böhürey” tribini atarak sıkıntıma tüy dikti.
Bu dizide ilgimi çeken çok fazla şey var. O gezegen neydi? Simmons orada ne gördü de geri gitmek istiyor? O tarikat nedir? Fitz ve Simmons ağızdan öpüşecek mi? Hunter’ın HYDRA macerası nasıl sonlanacak? Coulson ve Rosalind arasındaki bu yeni ittifak nasıl meyveler verecek? Halktaki bu Inhuman paniği, Civil War’ı nasıl besleyecek? Tonlarca! Ama bunlardan bir tanesi bile “Acaba o sarışın yakışıklı çocuk iyi olacak mı?” sorusunu içermiyor. Yani gerçekten, takımda tutup Skye’ın kapatması yapacaklarsa ben buna tavım. Ama rica ediyorum şu adamın fuzuli ve oyunculuk olarak da altından kalkamadığı buhranlarına ekran dakikası harcamaktan vazgeçsinler artık…