Şimdi, eğer müsaadeniz varsa, Agents of SHIELD S03E07‘yi izledikten sonra öğrendiklerimin üzerine kısaca bir düşmek istiyorum. Birincisi; Ming-Na Wen kati suretle zor anların altından kalkamıyor. Bunu daha önce öğrenmiştim zaten, şimdi iyice ikna oldum. Yok, yapamıyor yani kadıncağız. İkincisi, Whedon & Tancharoen ikilisinin ters köşe yapma yönündeki eğilimlerini zorlamaları mümkünmüş, bölüm sonundaki açıklama bunu gösteriyor. Üçüncüsü, dizi Ward ve Hunter üzerinden –bence fazla- ince bir paralellik hikayesi yazıyor. Dördüncüsü, Iain de Caestecker şu an itibariyle Amerikan dizilerinde görüp görebileceğiniz en iyi aktörlerden biri.
Bu dört ders üzerinden, resimden sonra spoiler eşliğinde konuşalım isterseniz.
Evveliyatla, bölümün ana hatlarını oluşturan meseleyle girelim mevzuya. Geçen bölüm Andrew‘ın Lash olduğunu öğrenmiştik zaten. Bu bölüm de onun üzerine kuruldu az çok. Baştan şunu söyleyelim, Buffy the Vampire Slayer izleyicileri kuvvetle muhtemel bölümü izlerlerken baya bir ah çektiler; zira Agents of SHIELD S03E07 buram buram Buffy-Angel kokuyordu resmen. Zaten Lash’in makyajı Buffyverse’deki vampirlere çok benzediğinden bu çağrışımı yapmak mümkün; ama “sevdiğim adam ruhsuz bir canavar” buhranı da bu benzetme içerisinde biraz kör göze parmak.
Çok açık konuşuyorum; bütün bu duygusal yükleme içerisinde ben kendimi hiçbir zaman bir şeyler hissederken bulamadım. Bunun sebeplerinden biri bu hikayeyi özellikle Angel’da çok defa işlenirken görmemdir elbette; yalnız bir başka çok büyük mesele bu hikayeyi satmakla görevlendirilmiş Ming-Na Wen‘in kesinlikle böyle şeylerin altından kalkamamasıyla patlıyor. Blair Underwood kendine düşen görevi yeterince meziyet göstererek taşımaya çalışıyor; yalnız karşısında ilk iki sezon neden sadece somurtarak oturttuklarını iyice anlamaya başladığımız Wen olunca, yapabileceği şeyler de sınırlı.
Tabii ki bu duygusal yumruğu sert olması gereken hikayenin boşa sallamasını sadece Wen’e yıkmak doğru değil. Yazarlar her ne kadar bir bölüm önceden yerini yaptıkları ATCU ve Inhuman’ları komada tutma meselesini bu bölümde mevzunun içerisine güzelce yedirmiş olsalar ve Hawaii flashback’lerinde iş görür metinler çıkartmış olsalar da; ortadaki büyük fili aşamıyorlar: Biz hiçbir zaman doğru düzgün bir Andrew – May ilişkisine ikna olmadık zaten. Bahreyn bölümünden önce gelen bir iki flashback haricinde, Blair Underwood’un May ile paylaştığı sahne sayısı zaten bir elin parmakları civarındayken, ben birden May’in “böylesine bir mutluluğu hak ettiğimi düşünmüyordum” tribine nasıl inanayım?
Ama işte, SHIELD yazarlarının düz yolu düz hızda takip etmemek gibi alkışlanası bir huyları var. Lash meselesini de aynen bu şekilde, çok fazla tahmin edilebilir yola sapmadan hızlıca sonlandırdılar. Çok fazla sündürmek de istemediklerinden, öncesinde Andrew ile May’in ilişkisinin altını çizmek için sadece bir flashback’lik yer ayırdılar. Bu dizide büyük bir gediğe yol açmadı, ve eğer Wen gerçekten büyüleyici bir oyunculuk sergileseydi; sorun da olmayabilirdi. Ama neticede biraz hafif kaldı tüm mesele.
Yukarıda söylediğimiz cümleden türeyelim o zaman bu paragrafta: Evet, SHIELD yazarlarının düz yol ve düz hıza bir alerjileri var. Bu Simmons’ın gezegen muhabbeti söz konusu olduğunda gayet faydalı ve büyüleyici sonuçlara yol açıyor. Yalnız bu sefer, biraz bocaladılar. Daha doğrusu, ters köşeye yatırma mevzusunu zorladılar biraz. Rosalind’in sonunda Hydra’ya açtığı telefon, ne yalan söyleyelim, biraz Kojima-vari, kasıntı ve abartı bir ters köşeydi. Zira biz bu ters köşeden ilk dakikada şüphelenmişken, “ya yok, vallahi yok” diyerek bizi sündürdükten sonra, “haha aslında öyleydi” diyeceklerse, valla ne yalan söyleyelim, ters köşe yapmasalar da olurdu…
Yalnız, bu Rosalind meselesinde ne kadar can sıktılarsa, bu bölüm benim gözümde Ward ve Hunter arasındaki ilişkiye çektikleri ince ayarla da o kadar büyüleyici bir iş yaptılar. Bu o kadar ince ki, bence biraz daha parmakları kör gözlere yönelebilirdi açıkçası. Ama yapmaya çalıştıkları şey, en azından bu bölüm için, benim dikkatimi baya bir çekti. Ward ve Hunter aynı kişiler aslında. Çok fazla benzer özellikleri var. Bencillikleri, tahmin edilemez yapıları, deli kurşun olmaları… Tek bir farkla. Ward’ın Bobbi’si öldü geçen sezon. Ve bizim şu an izlediğimiz şey, Hunter için de Mockingbird ölürse ne olacakların bir temsili. Ben bu paralelliğe de dev hayran oldum bu bölümdeki muhabbetlerde…
Ve son olarak. Bakın, çok net konuşuyorum. Fitz’in kasetleri dinlediği sahnedeki sadece göz ve yüz mimikleriyle dünyaları anlattığı sahneden, Simmons ile gün doğumunu izleyişine; heyecanlı heyecanlı Will’in kolundaki logoyu göstermesinden, Hunter “suratı nemrutmuş” deyince bıyık altından “evet suratı nemrut” diye tekrar edişine kadar… Iain de Caestecker şu an itibariyle Amerikan televizyonlarındaki en büyüleyici oyunculuklardan birini ortaya koyuyor. Aksini iddia edenin, alnını karışlarım. O derece ciddiyim…