Keşke beynimden silinse de tekrar ilk defa izlesem dediğim çok az dizi vardır, o yüzden bu dizilerin başını çeken Doctor Who’nun benim için çok önemli bir yeri var desem inanırsınız diye tahmin ediyorum. Öyle bir sevgi ki bu, son sezonların hatırı sayılır derecede hayal kırıklığı olması benim diziye olan bağlılığımı kesinlikle azaltmıyor. Her yeni haberde “Bu sefer olacak, bu sefer daha iyi olacak” diye düşünüp umutlarımı yeşertmeyi başarabiliyorum. Kaldı ki son sezonu sitemizde bölüm bölüm incelediğimizde de ne kadar iyimser olduğumu ve serinin iyileşeceğine dair ne denli inançlı olduğumu da anlayabiliyorsunuz. Zira bence Doctor Who her anlamda potansiyeli olan, her bölümle daha iyiye gidebilecek bir dizi. Peki bu dizi bunu tam olarak nasıl sağlıyor?
Bence bu dizinin bu kadar şahane olmasının elbette birçok sebebi var fakat bu yazıda da bahsedeceğim en kör göze parmak olanı, bizi farklı ırktan farklı uzaylılarla tanıştırıyor olması. Geek insanlar olarak dünyadan uzaklaşmayı, yaşadığımız hayattan kaçmayı seviyoruz. Fantastik ve bilim kurgu edebiyatını da çoğunlukla bu yüzden okuyoruz zaten. Bu bizim için bir kaçış; farklı evrenlerde, farklı gezegenlerde dolaşmak bize iyi geliyor. Dolayısıyla hakkını veren bir bilim kurgu görmek ve bu kurgunun bizi insanlıktan uzaklaştırabilmesi, bizim için o diziyi güzel kılıyor.
Doctor Who da bu konuda biçilmiş kaftan. Yalnızca gezegenler arası hoplayan bir karakter görsek belki bu kadar kanmayız lakin bu dizide o kadar çok uzaylı ırkı var ki onlarla tanıştığımız andan terk ettiğimiz ana kadar farklı bir kültüre tanık olduğunuzu hissediyorsunuz izlerken. Çok farklı ırklar olması da bir noktada tartışılabilir derecede hoş çünkü insan ister istemez birisinden etkileniyor. Şu ırktan etkilenmediysen, bu ırktan etkilenirsin, şunun varlığına kanmadıysan, bu seni ikna edebilir. Şu seni korkutmadıysa, bu kesinlikle korkutur. Eh, madem dosya yazısı olarak heykellerden bahsediyorum, ben de bu yazıda beni Doctor Who’da en çok etkileyen ırklardan birisi olan Ağlayan Melekler’den bahsedeyim, biraz eski prime time Doctor Who’yu hatırlayıp hüzünleneyim, sizi de dertlerime ortak edeyim dedim.
Doctor Who ile tanışmam, beni en çok korktuğum yerden vurmasıyla oldu esasında. İzlediğim ilk bölüm Silence In The Library’di. Lise yıllarımda en yakın arkadaşlarımdan birisinin kocaman akıllı tahtada açtığı ve benim “Doctor Who hakkında hiçbir şey bilmiyorum, karakterleri tanımıyorum, sevmeyeceğim” şeklindeki yakınmalarıma rağmen izlettirdiği bir bölümdü bu. Belki de böylesine önyargılı olduğum için beklentim düşüktü, bilemiyorum ama izlerken bir anlık dikkatsizliğin başkarakteri canından edebileceği gerçeği beni çok etkiledi. Öyle etkiledi ki dizi izlemeyi sevmeyen, bir günde bir bölüm izleyen ben, Silence bittiğinde bir bölüm daha izlemek istedim.
Böylece aynı gün Ağlayan Melekler‘in olduğu ve bize şu ikonik “wibbly wobbly timey wimey stuff” repliğini altın tabakta servis eden Blink bölümünü izledik. Ve ben gerçekten bu diziye orada aşık oldum dostlar. Blink, gerçekten her anlamıyla efsane bir bölüm. Doktor’u tanımaya gerek bile yok, herhangi bir beklenti içine girmeye gerek bile yok- Bölüm size gayet anlaşılabilir, korkunç bir bilim kurgu sunuyor. Bölümün başında Doktor şu ünlü “Do not blink” kaydında kim olduğundan kısaca bahsediyor zaten. Bu bölüm baştan sona kadar özellikle diziyi ve Doktor’u hiç bilmeyen birisini etkileyecek şekilde hazırlanmış gibi. Zira bu bölümün başkarakteri kesinlikle Doktor değil. Doktor’u hiç tanımayan bir yan karakter, başrol bu bölümde. Böylece karakterler arasındaki dinamikleri bilmenize gerek kalmıyor. Ha biliyorsanız ayrı güzel tabii, orası ayrı.
İlk gözlemlerim bu şekilde olsa da tabii ki Doctor Who’ya başlarkenki beklentim beni korkutması değil, etkilemesiydi. Bunu da üstüne bu kadar konuşmamdan anlayabileceksinizdir ki başardı. Doctor Who’nun en tatlı yanlarından birisi insanı farklı yönlerden etkileyebiliyor olması bence, Ağlayan Melekler bölümünde de beni öyle güzel korkuttu ki tamam dedim, ben bunu izlerim. Diziye o gün ilk sezondan başladım ve günde altı ya da yedi bölüm izleyerek güncele kadar geldim. Hayatımın en hızlı maratonuydu.
Ağlayan Melekler ve Silence bölümleri aslında birbirine çok yakınlar fakat ayrıldıkları bazı noktalar da var. Esasında bu farklılıklar, o güne kadar Who’ya dair hiçbir şey bilmeyen minik Yağmur’un, Silence ile tanışmış olmasına rağmen diziye aşık olduğu bölümün Ağlayan Melekler olmasının sebebi oldu. Zaten IMDb’ye bakarsanız bu fikirde yalnız olmadığımı, dizinin yayınlanma tarihinden bu yana en yüksek puan alan bölümlerin Blink ve Silence olduğunu görebilirsiniz. Peki neden Ağlayan Melekler? Ne var ki bu heykellerde de ben bu kadar sevdim? Bakalım, inceleyelim. Anlatıyorum, dinleyin.
Blink’ten bahsetmeden önce kıyaslamak amaçlı bahsettiğim Silence bölümü, belki de benim bu tür bir korku ögesiyle ilk defa tanışıyor olmamdan ötürü bana orijinal gelen bir mantığa sahipti. Başkarakterin göremediği bir anda, o ne olduğunu bile anlayamadan saldıran bir tür canavardan bahsediyoruz. Vashta Nerada, karanlık korkusu olanların en dikkatli olması gereken uzaylı ırkı ayrıca. Mikroskobik, insan gözünün göremediği bir tür uçan etçil yaratık, siz karanlığa adım atar atmaz saldırıyor. Blink bölümündeki Ağlayan Melekler de buna yakın bir prensiple işliyor aslında. Yine bir karanlık var, yine sizin en savunmasız olduğunuz anda saldıran uzaylılardan bahsediyoruz.
Lakin Vashta Nerada’dan kaçmak için yapmanız gereken şey aydınlık bir noktada durmak iken Ağlayan Melekler’den yalnızca insan doğasının sahip olamadığı türde bir konsantrasyon göstererek, kendinizi zorlayarak ve acı çekerek kaçabiliyorsunuz. Ağlayan Melekler, Vashta Nerada’nın fiziksel anlamda tam zıttı, kocaman heykeller. Birini insan gözüyle göremiyorken öbürünü metreler öteden görememeniz mümkün değil. Olay da bu zaten, görememeniz mümkün değil. Fakat görmemelisiniz işte. Zira bu ırk size gözünüzü kırptığınızda bile size saldırabilecek kadar tehlikeli.
Ağlayan Melekler’den kaçmanın tek yolu gözlerinizi dikip ona bakmak. Bu biraz da şeyi ima ediyor, siz o noktada dikkatinizi kaçmaya, kendinizi kurtarmaya değil de yalnızca bir heykele gözlerinizi dikip bakmaya vermek durumundasınız ya hani, kendinizi kurtarmak için kendinizi ikinci plana atıyorsunuz aslında. Birinci planda “gözlerimi kırpmamalıyım” komutu var. İkinci planda da “kaçmalıyım”. Kaçış planını nasıl yapacaksınız? Görmeden. Tamamen şans. Resmen çaresizlik.
Bu heykeller o denli korkunç ki Medusa’dan kaçmak, Ağlayan Melekler’den kaçmaktan daha kolay. Medusa’ya bakmamanız gerekiyor, hatta farklı şekilde ifade edecek olursam da şöyle söylerim: Odada bulunan spesifik bir noktadan gözlerinizi kaçırmanız gerekiyor. Odada bakabileceğiniz bir sürü yer var, kaçacağınız yere bile konsantre olabilirsiniz. Ağlayan Melekler ise bunun tam tersi, odada bulunan spesifik bir noktada bakmak zorundasınız. Yoksa öldünüz. Medusa’dan daha zor diyorum!
Ağlayan Melekler’e beni çeken bir diğer mevzu da görünüşleri sanırım. Viktoryan dönemi aşığı, gotik edebiyat sevdalısı ruhuma iyi gelen bir çekicilikleri var bu heykellerin. Yani doğrusunu söylemek gerekirse, arka bahçemde dursun diye bir tane almak isterdim. Yeterince korkunç ve egzotik bence. Jumpscare için çok uygun boş bakışları ve bildiğimiz, geleneksel tatlış minnoş melek figürünün tam zıttı görünüşleri var, yanlış mıyım? Bütün bunlar da kafamızdaki “melek” figürü ile “katil” figürü arasındaki boşluğu derinleştiriyor. Eh, bu iki figürün tek bir canlıda buluşması da haliyle insanı çaresiz kılıyor. Meleklerden yardım dilenmeye alışkınız ya sonuçta, onlardan kaçmaya değil. İçten içe insanın umutlarını kıran bir heykel bu. Sizi avlayan bir melek!
Küçükken rüyamda heykellerin gerçeğe dönüştüğünü görürdüm, Özgürlük Anıtı falan korkunç gelirdi bana. Bir gün gerçek olacaklarını ve kocaman ayaklarıyla hepimizi ezeceklerini, dünyanın sonunu getireceklerini hayal ederdim. Küçükken Michelangelo’nun David heykelinden bihaber olmaktan mutlu olduğum anlardan birisidir bu. Oyuncak Hikâyesi izledikten sonra oyuncaklarınızın gerçeğe dönüşeceğini düşünürsünüz ya, onun gibi. Yalnızca ben bunu tetikleyen ne var bilmiyorum fakat oyuncaklarım gerçek olsun isterken heykellerin gerçek olmasından korkardım, bunu hatırlıyorum. Mezarlıklardan da korkardım zaten. Bir mezarlıkta heykel görseydim ağlamaya başlardım muhtemelen. Böylesine küçüklükten kalma bir korku ve yetişkinliğin getirdiği şu yücelik karşısında şaşkın şaşkın bakma ve minnacık hissedip çaresizlikle karışık hayranlık hissetme mevzuları da birleşince sanırım Ağlayan Melekler ultra süper korkunç geldi bana.
Bu arada, Ağlayan Melek heykelleri gerçek arkadaşlar. Panik yaptırdıysam çok pardon, hemen açıklıyorum: Dizinin o dönemki yazarı Steven Moffat bu ırkı bir mezarlıkta gördüğü ağlayan melek heykelinden yola çıkarak oluşturmuş. Gariptir ki bir daha o heykeli hiç görmemiş, artık arayamıyormuş da zira Google’a “Ağlayan Melek Heykeli” yazdığında yalnızca Doctor Who içeriği çıkıyormuş. Allah başka dert vermesin, ne diyelim.
Bu kadar melankolik bir heykeli, bu kadar korkutucu ve orijinal bir şekilde sunan bir diziden bahsediyoruz. “En fazla ne kadar kötüye gidebilir ki?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum ben de. Umarım Jodie’nin Doktor olduğu sezonlardan birisinde, bir noktada yine Blink gibi ikonik ve unutulmaz bölümler izleriz.