Doom geldi Geekyapar semalarına. Baya fiziksel olarak, bir kurye vesilesiyle geldi. İtinayla, ve o esnada sıfıra çok yakın bir beklentiyle kabından çıkartıldı, ele alındı, şöyle bir tartıldı. PS4’ü bir süredir işgal etmekte olan Uncharted 4, geri evine döndü, onun yerine cihaza konuldu Doom. Artık konsollar, konsol olmadıkları için, çat diye diski takınca oynayamadık elbette. Önce bir el isteyip, 11 GB install yaptı. Sonra bir de güncelleme çekti üzerine. Bitince de haber yolladı, “Abi, ben hazırım, sen de müsaitsen başlayalım” diye. Müsait olduk, çektik sandalyeyi, oturduk başına.
Oyun önce standart gama ayarlamasını yaptırdı bana, boynumuz kıldan önce deyip ayarladık. Ardından kara bir ekran girdi. Kalın kalın bir ses, –tuttum, hesapladım– sadece on beş saniye tutacak şekilde, şu cümleleri sarf etti:
“Onlar öfke. Vahşi. Merhametsizler. Ama sen, sen daha kötü olacaksın. Paramparça ve unufak edeceksin. İş bitene kadar.”
Sonra ana karakter bir sedyenin üzerinde uyandı, kelepçelerini şöyle bir zorladı, sağdan gelen iblisin kafatasını eliyle patlattı; sola döndü, yerde bir silah gördü, üzerine atladı ve oyun başladı. Ve ben buna hazır değildim. Ne psikolojik olarak, ne de fiziksel olarak.
Toplam 39 saniye sürdü bütün bu anlattıklarımın yaşanması. Samimiyetsiz install ve update sürelerini saymazsak, Doom’a “oynat uğurcum” dememle, oyuna girmem arasında sadece 39 saniye geçti. Bakın, zaman tuttum, çünkü hâlâ inanamıyorum. Yıllardır uzun uzun açılış yapan, “sinematik yaptık, izleyeceksiniz ulan, boşa mı yaptık” hissiyatıyla boğazımızdan aşağıya ikinci sınıf yönetmenlik becerileriyle ve yazılım mühendisi kalemiyle yaratıldığı çok belli olan ara sahneleri dayayan oyunlara o kadar alışmıştım ki, gerçekten kontrpiyede kaldım, az daha ölüyordum ilk düşmanın elinde.
Peki sonra ne oldu biliyor musunuz? Küçük bir münakaşadan sonra, karakterimiz kalktı. Yol üzerinde, o odada yaşanmış bir sahnenin, beş altı saniyelik yankı özetini gördü. İlerledi, bir zırh buldu. O zırhl yine beş altı saniyelik, şeytani bir imge yaşadı. Akabinde sağına döndü, bilgisayara “Sorun nedir arkadaşım?” diye sordu, bilgisayar ona “Abim kusura bakma, şu uyduda bir sıkıntı var, sorunu tespit edemiyorum. Haritana işaretledim, bir git bak istersen?” dedi. Haritaya işaretlendiği esnada, Andrew Ryan-vari bir dış ses, “Delikanlı, eğer beraber çalışırsak, buradan çıkabiliriz, ben buranın valisiyim, bak olayın geçmişinde–” diye tirada başlayacakken, ana karakter o bilgisayarı tuttu, kökünden söktü, çekti kenara attı. Sonrasında gelen 20 dakika boyunca da kimse zırnık laf etmedi oyunda.
Var mı peki Doom’un hikayesi? Var. Bir yerlerde var. Takip ederseniz, gayet de cillop gibi üstelik. Sadece siz umursamak zorunda değilsiniz. Peki bunu çok eleştirdiğimiz, bir noktadan sonra dayanaksızlaştığı için tekrara düşen Serious Sam gibi oyunlardan ne farkı var? İşte id Software’in dehası da tam burada yatıyor. O bilgisayar sahnesi tesadüfi değil. Kırk saniyede oyuna başlaması da tesadüfi değil. Sonrasında gelen sekansların, uzun süre hikayesiz devam etmesi de yanlışlıkla konulmamış oraya. id, size basitçe şunu söylüyor: Ben oyunumu 25 yaş ve üstü insanlara yaptım. Altı da alırsa sevinirim.
Çünkü bakın, her şeyden önce, bu oyunda pompalı tüfekler, deathmatch arena tipi meydanlar, hızlı bir FPS oynanışı ve mavi anahtarla açılan mavi kapılar gibi şeyler var. Bunlar zaten direkt olarak 90’larda FPS oynamış insanlara hayran hizmeti. Can boş durdukça geri gelmiyor, istediğiniz kadar silah taşıyabiliyorsunuz, silahların ikincil modları var. Bir de bunun üzerine, Glory Kill modunu getirmiş id, yani sendeleyen düşmanların yanına gidip R3’e basınca, ani ölüm çekebiliyorsunuz. Böylelikle oynanış hem o eski tatta oluyor, hem de acayip hızlı oluyor.
Ki zaten anahtar kelimemiz de bu. Hız. 90’larda FPS oynamış kadar yaşı olan insanların hepsi iş güç sahibi şimdi. Hele ki İstanbul gibi akla ziyan şehirlerde yaşıyorlarsa, evlerine küçük çaplı bir dayanıklılık testinin ardından, saat 7-8 gibi varıyorlar. Bu insanlardan biri olarak konuşuyorum, çoğu zaman Witcher 3, Fallout 4, Dragon Age: Inquisition gibi ağır açılan, vakit yatırımı yaptıkça coşan oyunlara gönlü kalmıyor insanın. Ama bundan daha da kötüsü, vakit çok azaldığı için, oynanışı kötü bölen şeylere hiç tahammül kalmıyor.
Max Payne 3 böyle bir dönemimde gelip beni fena baymıştı mesela. İki buçuk saat Max’in Rockstar’ın yeni keşfettiği neon ışıklı font eşliğinde sarhoş olmasını belki 17 yaşındayken kaldırabilirdim, ama ben koltuğa bir oyun oynayayım diye oturmuştum, ve zaten yorgan döşek iki saatim falan vardı. Bunun on beş dakikasını sinematiğe harcamak, ardından yarım saat oynanış verdikten sonra bir on dakika daha sinematik döşemek; benim vaktime hakaretti.
İşte bütün o uzun sinematikle açılan, dış sesin ağdalı ağdalı, ama bir yandan da dev basmakalıp kelimelerle teşhir yaptığı, sıradan yazılmış hikayelerin İncil’in güncellenmiş hâliymişçesine pohpohlandığı tüm oyunlarda, yeni Doomguy’ın o bilgisayara yaptığını yapmak istedim hep. O yüzden de Doomguy tutup, “Pardon kardeşim, ben buraya oyun oynamaya geldim” diyerek, fırlatınca; bir de akabinde oyun pırlanta gibi çıkınca, inanılmaz keyif aldım tecrübe ettiğim şeyden. Oyunu daha detaylı tükettikçe, daha kapsamlı izlenimlerimi de yazarım. Ama şimdilik, vurdun beni kalbimden Doom. Canıma can kattın Doom!