Hiç kusura bakmayın ama bu bölümden sonra çok fazla giriş kısmıyla oyalanmak istemiyorum vallahi. Bir saatin nasıl geçtiğine emin bile olamadığım bir bölümdü ve de fena gaz verdi yine Brian Fuller bizlere! Göndermeler, detaylar o kadar şahane ki, her bir kelimeden bile bir şeyler çıkıyor! İnanılmaz, muhteşem! Ben kendimi kaybettim göndermeler arasında, sizin haliniz ne oldu bilemem.
Sibirya Sularından Kızılderili Topraklarına
Soğuk açılış sahneleri olarak adlandırdığımız bu sekanslarda, Anansi’den sonra fazlaca hoşuma giden bir tanesi de bu oldu. Kubo animasyon filmini izleyenler birazdan diyeceklerimi çok daha rahat anlayacaktır diye umuyorum ama sizce de o kısım tam bir stop-motion tekniği ile yapılmış şaheser gibi değil miydi? Üstelik anlatan sesin kalite ve vurgulamalarıyla da izlemesi bir hayli keyifli hale geldi ki sormayın gitsin. Bütün bir bölüm o tarzda devam etse izlerdim herhalde.
Şimdi gelelim bu soğuk açılış sahnemizin asıl mesajına. Bu sefer ziyaret ettiğimiz diyar Sibirya taraflarıydı. Kökenlerinde Nors mitleriyle bağlantılar taşıyan Sibirya mitleri, Dünya Ağacı Yggdrasil isimli bir ortak noktaya sahipler. O da ne ola ki derseniz, şöyle bir açıklaması var: Nors ruhani kozmosunun tam ortasında bulunan Yggdrasil isimli ağaç, Dokuz Diyar’ı dalları ve kökleriyle taşımakta ve de doğuş noktası (ağacın kökünün bulunduğu yer) The Well of Urd, önce kökensel sonra da Türkçe mealiyle “Kaderin Kuyusu” olarak isimlendirilmekte. Kelimeyi ise “Ygg” ve “drasil” olarak ayırdığımızda sırasıyla Odin ve onun atına yönelik bir referans bulunmakta etimolojik olarak. Odin’in atı Sleipnir ile dünyalar arasında ulaşımını bu ağacın dalları aracılığı ile gerçekleştirdiği de Avrupa şaman mitlerinde sıkça yer alan bir tema.
Konudan çok sapmadan Sibirya noktasına geri dönelim. Bu millet de Nors mitolojisi ile aynı materyale sahip; misal onlar da yedi dünya inancındalar. Dünyayı ılıman kuşak, efendime söyleyeyim bir orta nokta olarak kabul ediyor Sibiryalılar. Üç, beş veya yedi kat olarak sıraladıkları bu diyarların ortasında yer alan dünyanın üst kısmı iyi tanrılara, alt kısmı ise kötü tanrılara ayrılmış vaziyette.
Bu Siberyalı kabilenin de Amerika’ya geliş hikayesinde karşılaştığımız nokta fedakarlık ve de mamutumsu ilahta birleşiyor. Atsula ve kabilesinin Amerika’da ödemeleri gereken bir bedel var ve tanrısal mamut da bir şekilde bunun ücretini alıyor. Bedel dediğimiz olay için ise kabilenin devamlılığı adına zaruri gereksinimler diyebiliriz sanırım. Tabii her bir soğuk açılış sekansı tanrısının yaşadığı olumsuz sondan boynuzlu ilahımız da payını alıyor: Ne yazık ki kimse tapınmadığı için bir süre sonra unutulup gidiyor. Yani bir bakıma kendi insanları için kendini de feda etmiş oluyor burada, unutulma pahasına hem de.
Tabii ilahi mamut, mamut tanrısı diyoruz ama onun da kendi çapında bir ismi, şanı var elbette. Atsula’nın bizlere verdiği isim Nunyunnini fakat Gaiman kitabında bu tanrıyı oluştururken biraz farklı kavşaklardan sapmış. Şöyle ki, Kızılderili mitlerinde yer alan ve taş kadar sert bir deriyle insan formundaki canavar olarak anılan Nun’Yunu’Wi, Gaiman’ın yorumlarıyla karşımıza Nunyunnini olarak çıkıyor. Orijinal mitlerde yenilmez biri olarak portrelenen bu tanrı, bir de sihirli bir sopa taşımaktaymış. Fakat gel gelelim Amerika’ya gelen insanların kendilerine yeni bir ev bulmasıyla beraber, Gaiman kendi yorumunu bu Kızılderili canavardan yola çıkarak, daha öncelerdeki bir biçimi olarak yorumlamış American Gods’da.
Soluğumuz Kesilene Kadar Övsek Ya Bu Kısmı?
Medya’yı canlandıran Gillian Anderson‘a buradan kucak dolusu saygı ve sevgiler öncelikle. Tabii bir de bütün bunların olmasına imkan yaratan Brian Fuller’a da aynı şekilde takdirlerimizi iletelim. Çünkü her bir kelimesinde dahi inanılmaz referanslar, detaylar içeren bir karakterizasyonu sunmak gerçekten kolay iş değil. Aynı bölümde hem David Bowie’yi hem de Marilyn Monroe’yu mükemmel seviyelerde portreleyerek biz seyircileri şımartmak her yiğidin harcı değil bence. Helal be!
Öncelikle Bowie meselesinden girelim. Yahu o neydi öyle sahiden? Kaç tane sayamadım bile ama, Medya’nın Bowie kılığında sarf ettiği her cümlede neredeyse her bir şarkısına gönderme vardı. Oh You Pretty Things, Rebel Rebel, Space Oddity, Life on Mars, Under Pressure, Cat People, Starman, Panic in Detroit ve de Heroes olarak toplamda dokuz şarkı falan varmış, yani gerçekten maşallah. Fuller tam bir Bowie hayranı olduğunu kanıtladı bizlere! Aynı zamanda da Medya’yı gerçekten nasıl şahane bir şekilde sunabileceğini de gösterdi. Zira Medya denince akla ilk gelen popüler kültür ögeleri sadece basit ve banal şeyler olmak zorunda değil. David Bowie’yi kötü ve karanlık suratından sıyrılmış bir popüler kültür ögesi olarak kabul etmeleri, ki yanlış da değil, bir yana; her bir cümlesiyle aslında bu kültüre gönderme yapan bir karakterin varlığı inanın beni benden alıyor.
Ha bir de, Bowie şarkıları cepte dursun, aynı sekansta Medya’nın Technical Boy’u terbiye ederken Orson Welles’in bir radyo yayınına yaptığı göndermeyi yakalayan oldu mu? Orson Welles 1938 yılında yaptığı yayında H.G Wells’in Dünyalar Savaşı kitabı ile oldukça büyük bir panik dalgasına neden olmuş. Yıllardır görev aldığı radyoda, gizemli bir program olan “The Shadow”da aynı isimli karakterin de pek bilindik bir seslendiricisiymiş. Buradan da, eğer onca Bowie referansı boşa gitmeyecekse, yapımcıların Welles’in yarattığı paniğin kaynağını ve de bu kaynağın Dünyalar Savaşı kitabı olmasına bağlayarak sanırsam her şeyin yine bariz bir şekilde bizim kurgunun savaşına ve de Shadow’una bağlandığını gözden kaçırmayız sanırım. Dünyalar Savaşı eşittir Eski ve Yeni Tanrılar’ın savaşı. Bu paniği yaratan seslendirmecinin en bilindik rolünün adı The Shadow oluşu da eşittir bu savaşta bizim Shadow Moon’un yeri ve önemi.
MCU’da meşhur bir söz vardır: It’s all connected (Hepsi bağlantılı) diye, harbiden de öyle; ve ben bu bağlantıların hastasıyım!
Bowie’yi sindirebildiysek Medya’nın bir diğer şahanesi olan Marilyn Monroe portrelemesine gelelim hadi. Odaya girerken havada uçuşuyla rüyaları süsleme imajı çizen Medya’nın, işi bittikten sonra gerçekliğe dönüp ayaklarının yere basma detayına kadar her şey, en az Bowie’de olduğu kadar şahaneydi. Üstüne bir de Technical Boy’un bir çift dişini attığı öpücükle kırıyor oluşunda Florence and the Machine’in “Kiss With a Fist” şarkısını anımsamadım değil. Yani diyor ki ben öpücüğümle senin o güzel dişlerini yumruk olmadan da kırarım. Bu tabii biraz daha kişisel bir yorum olabilir ama bunca popüler kültüre ait ögenin bir arada kullanılıyor oluşu bir sarhoş ediyor insanı. Fakat en merak ettiğim husus, Medya’nın şu Kuzey Kore roket fırlatışı olayını anlatırken acaba senaryoda tam da şu ana yönelik yaşanan gerginliklere yapılan bir gönderme de var mıdır diye düşünmedim değil. Algıda seçicilik mi? Belki, neden olmasın.