Filmler –en azından benim kafamda– yapmaya çalıştığı şeylerle birbirinden ayrışırlar. Her filmin bazı öncelikleri vardır. Yazar, yönetmen, oyuncu, kameraman, ışıkçı, yapımcı bir araya gelmiş; bir misyonu tamamlamak için yola çıkmıştır. O misyon, o öncelik filmi kulvarına yerleştirir; ve bir eleştirmen –üstat Roger Ebert’in dediği gibi– filmleri kulvarlar arasında eleştiremez. Ebert’in söylediği gibi, “Hellboy’un iyi olup olmadığını sorarken, Mystic River’a kıyasla iyi mi diye sormuyordur kimse”.
Bu elbette bazı temel sinema doğrularını es geçmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Her filmin temel bazı şeyleri oturtması gerekiyor ilk önce. Her filmin güçlü karakterizasyonu, doğru ayarlanmış bir temposu, sırıtmayan diyalogları ve düzgün yazılmış bir hikayesi olması lazım elbette. Fakat bu, filmin temeli. Üzerine çıkılacak binanın ne yöne seyredeceği tamamen sinemacının tercihi; ve eleştirmenin de, o noktayı yakalayıp, oradan devam etmesi gerekiyor. Schindler’s List’in yaptığı şeyle, Spider-Man 2’nin yaptığı şey aynı değil neticede.
Bu bağlamda, şunu çok büyük bir içtenlikle söyleyebilirim sanırım. Ant-Man açık ara Marvel’ın en net filmi.
Marvel sinematik evreninin en güzel yanı, temeli sağlam kurup, üzerine farklı farklı kulvarlarda koşan filmler koyması şüphesiz. Yukarıda söylediklerimizin ışığında, Marvel’ın neredeyse birbiriyle kulvar paylaşan bir filmi bile yok. Iron Man’in ilk görevi bir süper kahraman filmi olmak mesela. Captain America‘nın ilk görevi, bir dönem filmi olmak. Guardians’ınki bir serüven filmi olmak, Winter Soldier’ınki politik bir gerilim olmak… Ant-Man’inki ise hepsinden daha basit. Güldürmek.
Filmin elbette bunu takip eden ikincil ve üçüncül görevleri de var. İkinci sırada bir soygun filmi olmaya çalışıyor mesela. Söylemek gerek, bunda pek fazla başarılı olamıyor. Yani şöyle diyeyim, burnunun üzerine çakılıp sizi utandırdığı falan yok. Ama soygun filmlerinin alametifarikası olan zeki plan, burada yerini daha basit bir şeye bırakmış. Arada sırf son dakika heyecanı yaratmak için polis abimiz girip çıkıyor ama, ne filmin herhangi bir noktasında tırnaklarınızı yiyerek “acaba olacak mı?” diye gerginlik yaşıyorsunuz, ne de planın detayları açık edilince “vay arkadaş!” diyerekten kendinizden geçiyorsunuz.
Üçüncü görevi de bir baba-kız hikayesi anlatmak. Bu noktada film iki paralel kurmuş vaziyette. Bir taraftan Scott Lang ve Cassie Lang arasındaki ilişkiyi gözlemliyoruz, diğer taraftan ise Hank Pym ile Hope Van Dyne arasındaki çatışma akıyor. İki tarafta da bir “kızlarına örnek olma görevinde başarısız olmuş, hayal kırıklığı yaratan baba” hikayesi var. Bu yeterli ölçüde anlatılıyor. Scott – Cassie ilişkisinin, görece daha küçük yer kaplamasına rağmen daha başarılı olduğunu söylemek mümkün; bunun da başlıca sebeplerinden bir tanesi Evangeline Lilly‘nin pek de iyi bir performans sergileyememesi şüphesiz…
Ama asıl olay, filmin birinci görevi. Film zaten temel her şeyi oturtmuş. Hiçbir şeyde aşırı derecede parlamıyor; ama hiçbir şeyi eline yüzüne de bulaştırmıyor. Karakterizasyonlar olumlu, hikayeden yolu geçen herkesin motivasyonunu ve arka plan hikayesini kısa ve sarih bir şekilde alabiliyorsunuz. Filmin hiçbir yerinde “bir dakika, peki şu?” diye sormanıza sebep olacak bir boşluk ya da karışıklık yok. Film temelini çok güzel seriyor, üzerine de misyonunu çıkıyor: güldürmek. Ve sizi temin ediyorum, film baya güldürüyor.
Bu noktada iki kişiye parantez açmak gerek. Birincisi, filmin açık ara en komik kısmı olan Luis. Scott Lang’in hapishaneden arkadaşı Luis ve onu oynayan Michael Pena‘nın sahnelerine yanlarımı kıra kıra güldüm resmen. Tek başıma gülmüş olsam, sorun bende mi diye geçerdim, fakat filmi beraber izlediğimiz mizah standardı yüksek arkadaşım da hunharca gülünce sübjektif bir şey söylemediğimi anladım. Çok açık konuşuyorum, Pena baya sahne çalmış Ant-Man’de. İlerideki Marvel filmlerinde de kesinlikle gözükecektir.
İkinci parantezimiz ise başka kimsede olmayan şeytan tüyüyle yine bu filmin yaslandığı direk olma başarısını gösteren Paul Rudd. Rudd’ın sempatikliği filmi çok büyük ölçüde tek başına kurtarabilirmiş zaten; bunu senaryonun teklemeye başladığı bazı anlarda fark ediyorsunuz. Tam artık gözünüz devrilmeye başlıyor, telefonunuzu çıkartıp mesajlarınıza bakmanın kıyısındasınız, hissediyorsunuz; o an Rudd bir mimik atıyor, bir omuz silkiyor, bir laf ediyor. O an filme geri bağlanıyorsunuz.
Bu ikilinin yanına Tip Harris, Judy Greer, Bobby Cannavale, David Dastmalchian ve bataryanın %10’uyla oynadığı çok belli olmasına rağmen genç kadronun çoğunu yine rahatlıkla cebinden çıkartabilmiş olan Michael Douglas’ın da mizahi olarak parladığı anlar eklenince, iyice emin oluyorsunuz. Bir filmin net olmasını A noktasından B noktasına en az eforla gidebiliyor olması olarak tanımlarsak, şu cümleyi tekrarlayabiliyoruz: Ant-Man Marvel’ın en net filmi. Yola bir şey için çıkıyor, istediği noktaya varıyor ve sizi de oraya çok rahatlıkla taşıyor.
Çok mu olağanüstü? Hayır. Ant-Man sizi sinema salonundan mutlak bir huşu içerisinde falan uğurlamıyor. Puan veren eleştirmenlerden de üzerine yüzlerin, yüz ellilerin yağacağını sanmıyorum. Kimsenin hayatını da değiştirmeyecektir. Yalnız keskin nişancılık konusunda kendisinin üzerine de pek film tanımıyorum. Senaryosunda bir basketbol takımı oluşturabilecek kadar çok kişinin emeği olan bir film için büyük bir başarı bu. Ant-Man sizi güldürmek için yola çıkıyor ve bunu çok ustalıkla, çok kolaylıkla başarıyor. O yüzden, son paragrafın adeti olan öneriyi çok gönül rahatlığıyla yapabiliyorum. Ant-Man bilet paranızı kahkahayla geri ödüyor, bu yüzden de izlenilmeyi açık bir şekilde hak ediyor.